Uçuk kaçık herifin tekiydi, belki de değildi; ortalama eğilimlerinden farklı davrandığı için uçuk kaçık görünüyordu. Öyle miydi değil miydi bir yana, şurası muhakkaktı ki kalabalığa ait değildi.

Sax Cat Ümit

1979 yılından beri okuldaydı, 1985 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’ne girdiğimde Ümit Onartan resim bölümünün eskilerindendi. Oysa o da 1962 doğumluydu; yaşıttık ama ben bazı şeylere gecikmiştim. Bölüme fotoğrafçılıktan geçmişti; sadece fotoğraftan resme değil, aynı günlerde kanundan da saksofona geçmişti. 

Keyifle anlatırdı, bu çalgıyı George Michael’ın “Careless Whisper” parçasıyla sevmişti. Çok insanla sohbet etmiyordu aslında Ümit, ama kafa dengi birini yakaladı mı susmak bilmiyordu. Ben de karşısında susmadığı az sayıdaki kafa denginden biriydim. 

Uçuk kaçık herifin tekiydi, belki de değildi; ortalama eğilimlerinden farklı davrandığı için uçuk kaçık görünüyordu. Öyle miydi değil miydi bir yana, şurası muhakkaktı ki kalabalığa ait değildi. Tepeden tırnağa rengarenk giyinirdi; favori rengi turuncuydu, bu renkteki ayakkabıları ile özdeşleşmişti. Fosforlu giysiler de sıkça tercih ettikleri arasındaydı. Saçları kazınmış kafası, yuvarlak yüzüne kusursuz bir süs eşyası misali oturmuş tel çerçeveli küçük gözlükleri, ardından cin gibi bakan gözleri ve heyecanını tamamlayan ince gülümsemesiyle bir görenin bir daha unutmayacağı tiplerdendi.

İkimizin bağı da okulla aynı yıl koptu, 1992 yılından sonra nadiren konserden konsere karşılaşır olduk. Sohbetler de artık sadece ayaküstüydü. Arada bir birkaç ortak tanıdıktan haberlerini alıyordum. Kadıköy sokaklarında kedileri beslerken rastlamıştım en son. Yakınlarında atölyesi bulunan ressam bir arkadaşımdan geldi vefat haberi Ümit’in, 30 Nisan tarihinde, gece vakti. Öğrendim ki, bir süredir mide zarı kanseri nedeniyle tedavi görüyormuş.

***

Çoğunluğun dayattıkları karşısında özgür ruhlu bir karakterdi Ümit, buna karşın içindeki pozitif tutkuların, insani takıntıların esiriydi. Adanmış bir hayatı vardı. İnanç ve duygularından hayatını zorlaştırma pahasına da olsa taviz vermedi. O takıntılar onu mütemadiyen geliştirmiş, yüceltmişti. Çünkü sevdiği şeylere kenetlenerek bağlanır, sonuna kadar ilerletirdi. Saksofona başladığı yıllarda Ümit’i yücelten takıntıların başında Jan Garbarek tutkusu geliyordu. Memleketimizi yolgeçen hanına çeviren Norveçli saksofoncuyla bir konserin sonunda kuliste tanışmış, yazışmaya başlamıştı.  

1985’te İstanbul Büyükşehir Belediye Bandosu’nun açtığı sınavı kazanmış, müteakip zamanlarda festivallerde rehberlik yaparak yabancı müzisyenlerden özel dersler almıştı.  

1986 yılında Moda Sineması’nda yapılan Kolon konserinde bir şarkı için davet edilmiş, provasız biçimde koştura koştura son anda yetişmiş, şarkının trafiğini sahnede Levent Büyük ile konuşarak öğrenmişti. Bu eşlik Ümit’in elinde saksofonuyla sahneye adımını ilk attığı andı. Ama asıl olay okuldan mezun olduğu yılda 1992’de İstanbul Caz Festivali’nde Wynton Marsalis ile kanun çalmış olmasıydı. O yıllarda festivale gelen batılı sanatçılar, orkestralarına misafir olarak bir iki doğu çalgısı çalan yerel müzisyeni çağırmaya pek bir meraklılardı. Bunu bilhassa festival komitesi de destekliyordu.

Ümit o günlerde okulun haricinde en çok Kadıköy’de Akbaba topluluğunun karargâhı konumundaki (alt katında farelerin cirit attığı) Atlantis Stüdyosuna takılıyordu. Örneğin ilk albümlerinde açılıştaki “Denize Doğru” adlı parçada saksofon çaldığı Flört topluluğu ile burada tanışmıştı Ümit. Absürd sololar çalardı Ümit. Duyduğunuzda çalanın o olduğunu anlarsınız; ağır caz armonilerini bozar, olmadık şekillerde üflerdi; her zaman deney yapar gibiydi. Ticari stillerden uzaktı. Sıra dışı bir yetenekti. Başta Tolga Tüzün’ün “Nix”, Oğuz Büyükberber’in “Velvele”, Fenomen’in aynı isimli ve Mustafa Dönmez’in “Kısa Öyküler” albümleri olmak üzere, epey bir çalışmada yer almıştı.

***

Onu sahneye davet etmenin riskleri de yok değildi, tepesi atmışsa ya da keyfi çok yerindeyse solosu yarım saat bitmek bilmezdi, Coltrane misali… oysa Ümit saksofonu çalmakla yetinmemiş, bu çalgının restorasyonunu da yapıyor; özel tasarım el yapımı saksofon ağızlığı üretiyordu. Tenor ve alto saksofonda ortak kullanılabilen dünyadaki ilk ve tek ortak ağızlığı yapmıştı. Ümit’in bu tip bir uğraşıya girişmesinin ardında tedavisiz bir ses arayıcısı olması yatıyordu. Hayranı olduğu sanatçılarda duyduğu tuhaf seslerin peşine düşer, ne pahasına olursa olsun, onları elde edene kadar akla hayale gelmedik çılgınlıklarda bulunurdu. Bu nedenle her boydan ve cinsten saksofona eline geçen tüm paraları yatırmış, büyük bir saksofon koleksiyonuna sahip olmuştu. 

Bir tuhaf merakı daha vardı Ümit’in, müsaade buyurursanız onu da aktarayım. Asansör fetişistiydi, küçük asansörlere karşı nedeni kolayca kestirilemeyecek bir ilgisi vardı. İstanbul’daki eski binaları içlerindeki asansörlere göre sınıflandırmıştı; bu konuda büyük bir bilgi birikimine sahipti. Örneğin Pera Palas’ın asansörünü çok seviyordu. Bu asansörü yapan adamlar, ürünü tanıtmak ve satabilmek için bir de maketini yapmışlardı. Ümit bu maketi yıllar sonra Çukurcuma’da bir antikacıda görmüştü, ancak akıllara zarar bir para istiyorlardı. Ümit o maketi alabilmek için uzun süre çırpınmış, nihayetinde evine onun benzeri bir servis asansörü yapmakta teselli bulmuştu. 

Derin bir inanca sahipti Ümit, dünyaya şeklen vücuden nasıl gelmişse öyle gitmeliydi insan, ne eksik ne fazla. Bu düşünce uğruna kendi bedeni üzerinde bile mücadele vermişti. Tüm aykırı görünüşü ve davranışlarına rağmen bazı geleneklere, inançlara yakındı. Örneğin bayramlarda seyranlarda tanıdıklarına mesaj atar, sevdiklerine telefon açıp hâl-hatır sorardı.  

Kedilere düşkünlüğü ile Kadıköy’de epey nam salmıştı. Kedileri sevmeyenlere iyi gözle bakmaz; hatta onlara kötülük yapanlara katil derdi. Bir trafik kazasından kaybettiği babasından biraz taşınmaz mülk kalmıştı. O da zamanla biriktirdiklerinden Bahariye’nin göbeğinde Kadıköy Akyıldız Pasajı’nda iki dükkân almıştı. Birini Samizdat Sahaf’a kiraya vermiş, pasajın arkasındaki dükkâna kendi yerleşmişti. Asma kat yaptırdığı o dükkânda sayısız saksofonu ve sokaktan topladığı bakıma muhtaç kedileriyle birlikte kalıyordu, ayrıca Moda’daki evi de kedi doluydu. Kedileri himayesine aldığından beri mesajlarının altına kendine münasip gördüğü lakapla Sax Cat diye imza atıyordu.

***

Uzun sürmeyen bir evlilik yapmış, çocuğu olmamıştı. Kent Orkestrası’ndan Mehteran Takımı’ndan emekli olmuş, son zamanlarda Sabahçı Kahvesi adlı bir toplulukta sopranino çalıyordu.

Öğretmen olan annesinden gelen bir terbiyeye sahipti. Centilmendi, oturması kalkması yerli yerinde, gerçek bir İstanbul beyefendisiydi. Sonradan görme değildi, şan-şöhret-para-pul-mevki-makam gibi açgözlülüklere tenezzül etmezdi; hep iyi müziğin ve iyi insanların peşindeydi Ümit. Kısacası insan olmak yolunda yüksek kriterleri vardı. Bu nedenle çok kolay arkadaş edinmez, ama severse de kolay bırakmazdı. Son döneminde en yakınlarından biri Mustafa Dönmez idi. Jan Garbarek, Charles Lloyd, David Sanborn, Miles Davis, John Coltrane, Monk, Matisse, Dali, Picasso, Leonardo da Vinci, Michalengelo, Edith Piaf örnek aldığı isimlerdi. Bu anlayışla Mustafa Dönmez ile iki parçadan oluşan 36 dakikalık serbest doğaçlama bir albüm kaydetmişlerdi. Mustafa davul, Ümit ise (John Coltrane’in elindekiyle birebir) Selmer marka bir tenor çalıyordu. Sanatsal disiplinlerden referans alan bir kayıttı bu. Ne yazık ki yayınlanamadı, henüz adı bile konmamıştı. Aynı zamanda Mustafa’nın prodüktör olarak desteğini alarak kendi hesabına da “Kedilerin Fısıltısı” adını vermeyi düşündüğü bir albüme niyeti vardı; John Surman gibi solo saksofon kaydı yapmayı istiyordu, kediler hakkında parçalardan oluşan. Bir de Türkiye’nin ilk gerçek el üretimi saksafonunu yapmak... 

Ne çok hayali vardı Ümit’in, ömrünün vadesi ise hayalleri karşısında kısacıktı... 

Murat Beşer ([email protected])