Uzay Ajansı kurup ona orta çaplı bir dükkân bütçesi veren bir iktidarın temsilcisinin uzay projelerini dinlemek komik olabilir ama savunma sanayii hiç komik değildir.

Savunma Sanayii hiç komik değil

Karanlık bir geleceği anlattıkları için “dark-futurist” olarak sınıflandırılan bilimkurgu filmlerinde baskıcı yönetimler anlatılır. Yaşamın her alanına hâkim, çok teknolojik, şeytani zekaya sahip insanların ya da benzer nitelikte bir bilgisayarın yönetimi. Kuş uçurmaz, iletişimi denetler, en küçük ayaklanma ya da karşı durma niyetini bile sezer, girişimleri daha gerçekleşmeden önler. Direniş güç, neredeyse olanaksız bir uğraştır. Bunu karşın o filmlerde ve çoğu zaman o filmlere kaynaklık eden romanlarda direnenler kazanır. Tamam, her zaman değil belki ama kazandıkları da olur diyelim.

2023 Türkiye’si böyle bir görüntü veriyor mu size? Evet, baskıcı bir yönetim var. Adliye, kolluk, yüksek yargı siyasi iktidarın kumandasıyla hareket ediyor. Teknoloji desen fena değil. Ortalama bir Avrupa ülkesinin en az iki-üç katı daha yoğun bir şekilde kameralarla dolu kentlerimiz. Birçok Batı ülkesinde MERNİS sisteminin bir benzeri hâlâ yok. Gerçi teknolojileri yetmediğinden değil, kişisel verilerle ilgili mevzuat elvermediğinden. Sağlık bilgilerimiz de iktidara teslim. Öylesine teslim ki, para gerektiğinde -ki nedense yoksula ahiret pazarlayan bu sistemin idarecilerin ölümlü dünyadaki parasal açlığı hiç bitmiyor- Katar’a filan satabiliyorlar sağlık bilgilerimizi rahatça. Yine iktidarın denetimindeki iletişim şirketleri kişisel verilerimizi hem ticari hem de siyasi kuruluşlara sorgusuz sualsiz servis edebiliyorlar. Kitle iletişiminin yüzde 95’i Saray’dan talimatlı çalışıyor. Kalan bölümdekiler sürekli tehdit altındalar. Para cezaları, gözaltılar, adliye koridorları, hapishaneler...

“Dark-fütürist” senaryonun bu tarafı benzeşmiyor değil. Bir tek şeytani zekâ kısmına daha denk gelemedik. Gelebileceğimizi de sanmam. O filmlerde ya da romanlarda gördüğümüz silahlar vardır bir de: Akıllı füzeler, “suçluları” havadan izleyen dronlar, patilerinden lazer ışını saçan köpek görünümlü robotlar, polis görünümlü androidler... Bunlara yakın aygıtlar da çıkıyor yavaş yavaş karşımıza. Saray’da üstün bir başarıyla getir götür işi yapan birtakım yarı-gelişmiş yaşam biçimlerinin  “uzaya çıkacağız, aya sert düşeceğiz” filan gibi komiklikler yapmasına girmeyelim şimdilik. Biraz uzaktan ve dolaylı yoldan getirdiğimi kabul ediyorum ama Savunma Sanayii denilen konuya yaklaşabilmek için yaptım bu uzun açılışı.

Savunma Sanayii iki hafta içinde yapılacak seçimler öncesinde iktidar için yarışan Erdoğanlı Akepe ile Erdoğansız Akepe arasında ciddi bir tartışma konusu haline geldi. Türkiye’de yaşayan emekçileri eşi görülmemiş ölçüde yoksullaştıran Erdoğan ve şeriklerinin tercihi sonucu yaşandı bu gelişme zira anlatacak başka bir hikâye kalmamıştı. Yine de bu gerçek savunma sanayiinin önemli olmadığı anlamına gelmiyor. 

Tartışmaya girmeden tespitlerle başlayalım. Savunma Sanayii dediğimiz faaliyet Akepe liderinin iktidara gelmesiyle başlamadı. Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’da MKE’nin atasını kurup çalıştıran Türkiye Cumhuriyeti’nin öncü kadroları, yeni devletin ilk yıllarında da bu alana ilgi gösterdi, beşerî ve mali kaynaklarını bu amaç için seferber etti. Bunun nedenlerini uzun uzun yazmak gereksiz. Türkiye’nin bulunduğu bölge ve uluslararası dengeler silahlanma ihtiyacını ve bu ihtiyacın önemli bir bölümünü içeriden sağlama gereğini dayatıyordu zaten. Şimdi tartışılan konulardan biri olan uçak fabrikası sadece bir örnek. O uçak fabrikasının kurulması ve gelişmesinde havacılık faaliyeti Versay Anlaşması’yla yasaklanan Almanya’nın ne derece dahli olduğu meselesi ayrıca ele alınabilir ancak bu o fabrikanın var olduğu ve üretim yaptığı gerçeğini değiştirmez.

1952’deki NATO üyeliğinden sonra tek odaklı dış politika vizyonu o sektörü de etkiledi ve savunma konusu da Washington’a ihale edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sancılarını aşması, burjuvazinin görece serpilmesi ve kendisine güveninin artmasıyla birlikte Türk Dış Politikasının okyanus ötesindeki tek bir merkezin yönergelerine sığamayacağının anlaşıldığı yıllar geldi. Bu konudaki somut değişim noktalardan biri Kıbrıs konusudur. Yine getirdi Kıbrıs’a bağladı diyecekler için üzgünüm ama böyledir. Türkiye’nin yakın siyasi tarihini inceleyenler Johnson mektubunun egemen sınıf ve temsilcilerinde yarattığı şok etkisini bilirler. Konuya uzak olanlar için not düşelim: O mektubun sebebi Kıbrıs’tır ve ABD Başkanı Johnson özetle “Benim sağladığım silahlarla benim istemediğim yerlere yani Kıbrıs’a gidemezsin” demiştir. Hani şimdi TCG Anadolu “kuş mudur, deve midir, çıkartma gemisi midir?” gibisinden tartışıyoruz ya, Türkiye’yi yönetenler o mektubun Ankara’ya ulaştığı gün çıkartma gemisi yapmaya ve savunma sanayiini olabildiğince geliştirmeye karar vermişlerdir. 

Bu alanda ikinci sarsıcı ve uyandırıcı darbe tümüyle olmasa da kısmen yine Kıbrıs bağlantılıdır. Carter yönetimi 1975’te afyon ekiminin serbest bırakılmasını gerekçe göstererek ama Kıbrıs’a yapılan ikinci harekatın yarattığı olumsuz havadan da yararlanarak Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başlamıştır. Türkiye Savunma Sanayii bakımından ikinci silkinme o zamana denk gelir.  

Tarihçeyi uzatmadan, ASELSAN’ın, Roketsan’ın, TAİ’nin kuruluşlarının, denizaltı üretiminin ayrıntılarına girmeden  yineleyelim: Türkiye’de savunma sanayinin gelişmesi her konunun miladını kendi iktidarlarına endeksleyenlerin gerçekdışı söylemlerinin çok ötesine uzanır. Bu kısım tartışmaya kapalıdır. Aksini iddia etmek halkı aptal yerine koymaktır.

Tartışmaya kapalı olan bir diğer nokta 20 yıllık Akepe iktidarı döneminde savunma sanayii alanında ciddi adımlar atıldığı ve gerek elektronik gerek konvansiyonel silah sistemlerinin üretimi alanında kayda değer bir gelişme sağlandığıdır. Bunda Türkiye burjuvazisinin yayılmacı emellerinin oynadığı rolün hızlandırıcı etkisi yadsınamaz.  Silahlı ve silahsız insansız hava araçlarının geliştirilmesi hiç de önemsiz değildir. Yabancı bir lisans altında da olsa, TCG Anadolu gibi çok amaçlı bir amfibi geminin inşası da önemli bir hamledir.  

Burjuva muhalefetinin zaman zaman yaptığı gibi bunları küçümsemeye kalkmak anlamsızdır. Uzay Ajansı kurup ona orta çaplı bir dükkân bütçesi veren bir iktidarın temsilcisinin uzay projelerini dinlemek komik olabilir ama savunma sanayii hiç komik değildir. Akepe’nin bu sahadaki asıl ve büyük günahı her konuyu olduğu gibi savunma sanayiini de bir tür eş-dost zengin etme alanına dönüştürmesi, bu alandaki kamusal birikimi kendisine yakın patronlara devretmesi, ülke açısından son derece önemli bir sektörde yolsuzluk ve kaynak israfının yolunu açmasıdır. Bunun en güzel örnekleri yapımı askeri gemi inşası alanında hiçbir deneyimi bulunmayan bir yandaşa yaptırılan TCG Anadolu’nun, basitçe söylersek, sorunlu olduğu bilinen bir motor sistemiyle Deniz Kuvvetleri’nin kucağına bırakılması, yerli ve milli denilen ama esasen G. Kore patentli olan Altay tankının yine sorunlu olduğu için lisans sahibi G. Korelilerin tercih etmediği bir motorla üretilmeye kalkışılmasıdır. Bu sakat yaklaşımın bir diğer yansıması da savunma sanayii patronlarının kâr kaybı korkusuyla siyasi tartışmaların tarafı haline gelmesidir. Savunma sanayii Türkiye’nin emekçilerinin alın teriyle kazanılan parayla finanse edildiğine göre Türkiye’nin bu tür sapmalara izin verme lüksü yoktur.

Komünistler silahsızlanmayı ve barışı savunduklarına göre neden bu konuda kafa yoruyorlar diye düşünebilirsiniz. Savaşa değil eğitime bütçe sloganı da vicdan sahibi her kulağa hoş gelebilir. Bunların hepsi meşru ve yerinde düşüncelerdir. Komünistler haklı olarak sınıfsız ve savaşsız bir dünya hedefi için çalışırlar. Ancak bu hedefin bugünden yarına ulaşılabilecek bir şey olmadığını da akıllarından çıkartamazlar. 

Unutulmamalıdır ki, sosyalist bir Türkiye kurulurken, kendisini her türlü emperyalist saldırıdan korumak için silaha ihtiyaç duyacak ve bunu da büyük ölçüde öz kaynaklarıyla sağlamak durumunda kalacaktır. Savaşa değil eğitime daha çok bütçe ayırmanın başlıca yöntemi de silahlanma ihtiyacını uluslararası silah tekellerinden değil kendi kaynaklarıyla karşılamaktır. O kaynağın beşerî ve teknik altyapısı Türkiye’de mevcuttur. Bize düşen bunları patronların elinden alıp kamu mülkiyetine devrettikten sonra verimli ve yeterli hale getirmek olacaktır. 

Emekçilerin yöneteceği ülkede, sağlık gibi, eğitim gibi, barınma gibi, savunma da sermayeye bırakılmayacak, Sosyalist Türkiye’de silah patronları olmayacaktır.

Emeğin ve direnişin günü 1 Mayıs hepimize kutlu olsun.