Patronsa günlük sipariş toplamına, işçinin bir saatte attığı sipariş sayısına ve kârına bakıyor. “İşine gelmezse işsiz çok” diyor kafasını kaldıran, hakkını arayan işçiye.

SAS

Yaz, pahalılık, yangın ve korona virüs sıcağında SAS kısaltmasıyla sualtı savunmasından, komandolardan, buralardan ayrılan ya da emekli olanların neler yaptığından, dinsel selamdan söz edecek değilim.

Bizim SAS emekçilerimizi ve altında ezildikleri sömürü düzenini anlatıyor. Açılımı, soL Gazete okurlarına, Patronların Ensesindeyiz Ağını izleyenlere ve işçilere yabancı değil: “saatlik atılan sipariş sayısı”…

Motosikletli dağıtım işçisi, duruma göre saatte üç-dört paket atmak zorunda. Teslim yerine atmak denilmesi dahi durumun vahşiliğini anlatmaya yetiyor. Motosiklet kullanım teknikleri var, trafik kuralları var, kimi zaman dilimlerinde iş yığılması var. Zamanın ve mekanın kullanımı farklı, her siparişin teslim mesafesi farklı. Gündüzler ve geceler onlarla, onlar gündüzler ve gecelerle yaşıyor. Kapıları çalan onlar, uygun zamanda teşekkürü, gecikmede azarı işiten onlar.

Patronsa günlük sipariş toplamına, işçinin bir saatte attığı sipariş sayısına ve kârına bakıyor. “İşine gelmezse işsiz çok” diyor kafasını kaldıran, hakkını arayan işçiye.

Getir işçileri Ankara Çayyolu’nda kontak kapatırken anlatıyor gerçekleri. Saatlik paket sayısıyla canları pahasına siparişleri yetiştirmeye çalışıyorlar. Patronların, hayat pahalılığı kıskacındaki emekçilere zam diye yaptığı artışlarsa ne yakıt giderlerine yetiyor ne de evlerini geçindirmeye. Onlar yalnızca zam diye verilen “zamcık”ı değil, çalışma koşullarına bağlı olarak hakkı olanları istiyor.

Müşteri hizmetten ve teslim süresinden mutlu olacak, trafik kurallarına uyulacak, çevredekiler rahatsız edilmeyecek, patron tüm bunları eksiksiz yerine getirmenin ve pazarını genişletmenin mutluluğuyla işçiler üzerinden kazanmanın, sömürünün keyfini yaşayacak. İşçinin maddi ve manevi yaşamı, sağlığı, huzuru, mutluluğuysa “kenarda dursun”. Trafik içinde başkalarının kusurundan kaynaklanan kazalar, yaralanmalar, ölümler “kenarda dursun”.

Bir motosikletli işçi şöyle anlatmıştı sohbetimizde: “İnsanlık hali, sıcak, yağmur, rüzgar, kar demeden ağır çalışma koşulları, trafik koşulları, zamanında düzenli beslenememe, dinlenme hakkının olmaması, yorgunluk, stres, SAS ve hız bizi de hataya zorluyor. Ben üniversite öğrencisiyim ağabey. Bazen düşünüyorum bizim gibi ağır koşullarda çalışanlar için ‘kusursuz sorumluluk hakkı” var mı diye. Oysa otomobiller dünyasında motosikletli, bisikletli, yaya hep kusurlular sınıfında. Lüks otomobiller dünyasında lüks olmayanlar kusurlular sınıfında. Patronlar dünyasında emekçiler kusurlular sınıfında. Ağır, beslenmesi ve barınması sorunlu çalışma koşullarında yaşam hakkı var mı ki kusuru tartışalım.”

“Nem alacak felek benim” türküsündeki gibi, insanca yaşamdan uzak, ucuz, güvencesiz, esnek çalışma koşullarında ya da işsizlik ortamında, pahalılıkta, yoksullukta yaşamaya zorlamanın olağanlığı dayatmayla kabul ettirilmiş bir yığın ve bu yığına dayatan düzenin egemen sermaye sınıfı bir arada nasıl “halk” diye, “toplum” diye anlatılacak?

Yıllar önce “bir ev, bir araba, iki anahtar” vaadiyle oyalayanlardan “araba almayı öteleyin, size ikinci el fiyatına araba aldıracağım” diyenlere uzanan siyaset kimlere hizmet ediyor onu siz düşünün. Tabii burjuvazinin taklit siyasetini ve bu siyasetin sömürülen halka dayatılmasını ve kimi uzlaşmacıların desteğiyle kabullenilmesini de unutmadan.

Meclislerde olağanüstü toplantı çağrısı haktır. Tamam da, “olağan dönemde ne yapıldı ki olağanüstü toplantıda yapılsın” diyen tepkiler haksız mı? Sağlık emekçileri konusu Meclis toplantıları ya da tartışmalarıyla, biçimsellikle sınırlı bakılmayacak derecede önemlidir, yaşamsaldır; bütünsel savaşımı gerektirir.

Arada bir buluşup sohbet ettiğimiz eskilerden bir arkadaş altılı masanın açıklamalarını, parlamenter rejime dönüşü, burjuvazinin laikliği yok eden “din özgürlüğü”nü ballandıra ballandıra anlattı. AKP’nin de seçimlerle iktidarını devam ettirdiği düzenin demokrasi anlayışını ve adaletsizlik üzerine kurulu olsa da seçimi önemsediğini söylerken, yanına da liberalizmi, TÜSİAD açıklamalarını eklemeyi ihmal etmedi. Dinleme sabrımı bildiği için boğazını ıslatma dışında nefessiz anlatıyordu. 12 Eylül darbesinden sonra örgütlü sınıfsal savaşımı ve sosyalizmi sırtında kambur olarak görüp bireyselleşmişti.

Bir boğaz ıslatma arasında “devrime inancın sürmüyor mu artık” diye sordum. “Bunu bana nasıl sorarsın, elbette sürüyor” diye tepki gösterdi. “Sermaye sınıfı uzlaşmacılığıyla, onun ideolojisi ve siyasetçileriyle, dinsellikle devrim nasıl olacak peki” dediğimde masadan kalktı gitti.

Doğasıyla insanıyla yaşam bir oyun değil kuşkusuz. Ama kurallarını kapitalizmin belirlediği, sermaye sınıfının yönetip denetlediği, onların siyasetçilerinin kimi zaman iktidar kimi zaman muhalefet olarak sahada dolaştığı, milyarlarca halkın yalnızca seyirci yapıldığı devasa bir arenaya dönüştürüldü dünya. Tüm gerçekleri bilip savaşım için örgütlenenlere “bizi desteklersen arenaya alırız, desteklemezsen almayız” deniliyor. Yanılsamalar, katliamlar, sömürü olağanlaştırılıyor.

Bertolt Brecht’in deyişiyle: Ne olur olağan demeyin hemen / Her gün olup bitene / Kargaşanın egemen olduğu / Düzensizliğin düzen sayıldığı / Keyfiliğin yasalaştığı / İnsanın insanlıktan çıktığı bu kanlı çağda / Demeyin sakın ‘bunlar olağandır’.

SAS içinde boğulup kalan işçiler açık, net anlatıyor sömürü düzenini ve çıkışı. Tüm motosikletli dağıtım işçilerinin hak savaşımlarına katılmasını istiyorlar. Aksi halde “üç-beş kişi diyerek bizi susturacaklar” diyorlar. “İşten çıkarılırız, işsiz kalırız diye korkmayın, susup kalırsak her türlü ezerler, bir kere düşersen ezerler” diyorlar. “Herkes dik olsun, beraber olalım, sesimizi yükseltelim, hakkımızı kimse yemesin” diyorlar ve başlattıkları kıvılcımla dayanışma çağrısını tüm emekçilere yapıyorlar.

Onlar işçi sınıfının cesur, kararlı, inançlı neferleri. Onlar tüm emekçiler gibi hak savaşımını veriyor, iktidarı istiyorlar.