'Özbekistan örneği bize gericilikle mücadele için arkasındaki gerici sınıfı ve üretim ilişkilerini hedeflemek gerektiğini gösteriyor.'

Sanatçılar ve gericilik: Özbekistan örneği

Müzik şenlikleri arka arkaya yasaklandı, en son çok sayıda sanatçının katılacağı Zeytinli Festivali. İlkay Akkaya’nın ise Adana ve Mardin konserleri aynı şekilde engellendi. 

Benzer bir mekanizma işliyor muhtemelen, festivallerin “günaha” neden olduğunu düşünen çevreler şikâyet ediyorlar, bir seçim yatırımı olarak ilgili devlet kurumları da yasak kararı alıyor.

Gülşen’in ev hapsi devam ediyor. Bunlar ne ilk ne son olacak. 

Hiç unutmuyorum yıllar önce geçenlerde yitirdiğimiz müzik tarihçisi ve eleştirmeni Ahmet Say’a bir imza istemek için gittiğimde, “Fazıl içeri girmemeli, eli durur” demişti.

Türkiye’de sanatçılar gericiliğe karşı direndiler, boyun eğmediler. Bu yazı bu köşenin tarzında onlarla, özellikle kadın sanatçılarla dayanışma için yazıldı. 

***

Bundan beş yıl önce bu köşede Nevzat Üstün’ün 1965 yılında gerçekleştirdiği Sovyetler Birliği gezi notlarına yer vermiştik. Nevzat Üstün Sovyetler Birliği’nin 15 cumhuriyetinden biri olan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ziyaret etmiş ve Özbekistan’da tiyatro sanatının gericiliğin saldırılarına rağmen nasıl kurulduğunu notlarında çarpıcı şekilde anlatmıştı.

Çok yeni olarak Zekeriya Sertel’in Sovyetler Birliği’nde 45 Gün kitabı elime geçti. 1953’te gerçekleşen ziyarette Özbekistan özellikle incelenmiş ve Ekim Devrimi sonrası sanatın gelişimi irdelenmiş.

Ancak her iki kitap da sadece gericilikle aydınlanmanın kavgasına ilişkin veri sunmuyor, aynı zamanda gericiliğin nasıl sonlandırılabileceğine ilişkin bir yönteme de işaret ediyor.

Kitaptaki verilerin bir kısmını aktarmadan önce yine yönteme ilişkin tarihsel bir perspektif için gerilere gidelim.

“İslam Bilimi” denen kavramı tarihsel materyalizm açısından doğru dürüst ele alacak bir zamanı bir türlü bulamadık. Bu feodal Avrupa ile kapitalist Avrupa’nın bilimini toplayıp “Hıristiyan Bilimi” diye ilan etmeye benziyor. 

Oysa MS. 900 ile 1400 arasında bugünkü Özbekistan’da bulunan Semerkant, Buhara ve Taşkent gibi kentler büyük bir aydınlanma yaşamıştı. O yıllar tarihi İpek Yolu’nun üzerinde kalan bu kentlerde ticaret ve meta üretiminin parladığı, egemen sınıfın bilime ve kültüre olan gereksiniminin arttığı bir dönemdi. Oysa coğrafi keşiflerle ticarette deniz yolu üstünlük kazanınca bu bölgeler derin bir feodalizme gömülecek, yoksul köylünün sömürüsüne dayanan bir üretim ilişkisi oluşacak ve İslamiyet feodalizmin üst yapısı olarak önemli bir işlev görecekti.

Ayrıca Özbekistan Ekim Devrimi gerçekleştiğinde Rus İmparatorluğu’nun sömürgesi durumundaydı.

1917’de feodal bir karanlık içinde olduğu anlaşılan Özbekistan’ın devrim sonrasında bir aydınlanma sıçraması yaşadığı anlaşılıyor. Sertel Özbekistan’a vardığında devrimden önce %1 olan okuma yazma oranının %100’e ulaştığını, gazete sayısının 1’den 150’ye çıktığını, 36 adet yükseköğrenim kurumu, bilim akademisi ve bilim enstitülerinin kurulduğunu, muhteşem bir opera binasının inşa edildiğini, bütün klasiklerin Özbekçeye çevrildiğini ve o günlerde Nâzım Hikmet’in iki piyesinin oynanmakta olduğunu öğreniyor.

İnsan sosyalist kuruluşa dair bu verileri okuyunca sosyalizmin pozitif bir ilerleme olduğunu düşünüyor. Oysa sosyalist kuruluş bir sınıf mücadelesi tarihidir. Tiyatronun kurulması ve gelişmesi bu sınıf mücadelesine ışık tuttuğu için önemli.

Ekim Devrimi gerçekleştiğinde geleneksel halk oyunları dışında henüz modern tiyatro Özbekistan’da söz konusu değildir, ayrıca kadınların sahneye çıkması dinen yasaklanmıştır ve kadın rolleri erkekler tarafından oynanmaktadır.

Özbekistan’da devrimle gelen aydınlanma kadınları bütün modern alanlara taşır, tiyatroya da. Ancak bedeli ağır olur, 1930’a kadar tiyatroya gönül veren birçok kadın gericiler tarafından öldürülür: Sara hanım Eşentorokızı, Taşhan Sultankızı, Zamire Hidayetkızı…

Ayrıca Özbekistan tiyatrosunun kurucusu ve çok önemli bir aydın olan Hamza Hâkimzade 1929’da gericiler tarafından linç edilir.

Sertel yazısında bazı ayrıntılar veriyor. Tiyatro çalışmasına katılan kadın sanatçılardan biri babasının erkek kardeşini dini hurafelerle kışkırtması sonucu öldürülüyor. Bir diğeri eğitim için gittiği Moskova’dan dönüşünde kocası tarafından katlediliyor.

Anlatılanların yüz yıl sonra Türkiye’de kulağa yabancı gelmemesi çok acı.

Sertel Özbekistan’da Halk Artisti unvanını taşıyan aşağıda fotoğrafı olan Sara İşanturaeva ile bir söyleşi yapıyor. 

Zekeriya Sertel’in kitabından taranarak alınmış fotoğrafta Özbek tiyatro sanatçısı Sara İşanturaeva görülüyor. Kendisine toplumun verdiği yüksek değer göğsünde taşıdığı ödüllerde izleniyor.

Sara İşanturaeva işçi bir ailenin yanında büyütülen bir yetimken tiyatro sanatçısı oluyor ve büyük bir başarı kazanıyor. 1938-46 yılları arasında Cumhuriyetin meclisinde milletvekili oluyor, 1946’dan röportajın yapıldığı 1953’e kadar Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti üyesi olarak çalışıyor, ancak tiyatroyu hiç bırakmıyor.

Ne yazık ki kısa yazı Sertel’in anlatmaya doyamadığı bu aydınlanma sıçramasına daha fazla yer vermeye izin vermiyor.

Biz gericiliğin sonlandırılmasında yöntem sorununa kısaca dönelim.

1929’da başlayan kolektivizasyon 1934’de Özbekistan’da olgunlaşıyor ve çok sayıda köy kooperatifleri anlamına gelen kolhozlar kuruluyor. Uzaktan bakan biri bu gelişmeyi teknik bir olay olarak görebilir ama aslında bunun kendisi şiddetli bir sınıf mücadelesine işaret eder. Kolektivizasyon gericiliği örgütleyen ve kırsal kesime yerleşmiş toprak ağalarını ve zengin köylüleri ortadan kaldırıyor.

***

Özbekistan örneği bize gericilikle mücadele için arkasındaki gerici sınıfı ve üretim ilişkilerini hedeflemek gerektiğini gösteriyor.

Türkiye’de gericiliği örgütleyenin sermaye sınıfını olduğunu görüyoruz. Bu kadar büyük bir yağmayı gerçekleştirenlerin bir kılıfa ihtiyacı vardı.

Sanatçılarımızın varlığı çok önemli, Türkiye’de yaşamın her karesinin dinselleştirilmesinin önlemesinde önemli bir rol oynadılar.

Bu rolün verdiği değer eğer gericiliğe karşı duruşlarını sınıf mücadeleleri içine yerleştirirlerse katlanarak artacaktır.

Nevzat Üstün’ü (1924-1979) artık gençler hatırlamıyor. Henüz çok verimliyken trafik kazasında kaybedilen Nevzat Üstün şiir, öykü ve gezi kitapları ile tanınıyordu.