Günümüzde kullandığımız anlamıyla sanatın ortaya çıkışı için 18. yüzyılı beklemek gerekecektir. Bu yüzyıla kadar sanatçı ve zanaatkar arasında net bir ayrım yapılamaz. Bu açıdan Larry Shiner’ın “Sanatın İcadı” kitabını tavsiye etmek istiyorum. Yazar, bir kültür tarihi denemesi olan çalışmasında ağırlıklı olarak görsel sanatlar olmak üzere ama müzik, tiyatro ve edebiyatı da dahil ederek, sanat algısının yüzyıllar içerisinde nasıl değiştiğini göstermektedir.

Sanat Tarihi üzerine notlar (I)

Aktüel olarak politik gündemin doğal biçimde ağırlıklı enformasyonu kapladığı günlerde, sizlerle dönem dönem yazılarımda ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezleri’nde ve çeşitli ortamlarda konuşmalarda değindiğim sanat tarihi bilimine dair notlarımı paylaşmak istiyorum. Bunun “görsel ideoloji” üzerine çıkarsamalar yapmak açısından önemli olacağını düşünmekteyim. En nihayetinde belirli birikimlerimizi toparlayarak, geleceğin sanatına dair yapıtaşlarını bu şekilde öngörebilmek olası olabilir.

Açıkçası Marksist ideolojiye sahip insanların çoğu, orijinal ya da kopya olsun bir resim ya da heykelden alınacak haz üzerinden bir sanat yapıtının değerinin, bireysel bir zevk olduğunu ve sadece sanat tarihçilerinin, eleştirmenlerin ve uzmanların değil, herkesin üzerine söz söyleyebileceği bir pratik olduğunu ileri sürecektir. Fakat yine bu alandaki uzmanlar, yapıtlara dair teknikleri ve anlama çabasında kullanılabilecek metotları geliştirerek, bu hazzı çoğaltabilirler.

Marksist bir yaklaşımla bir sanat yapıtının üretim aşamaları, yapıt ve sanatçının toplumla diyalektik ilişkisinin tarihsel konumu gün yüzüne çıkarılarak, ilgili yapıt etkili bir biçimde analiz edebilir ve yerli yerince değerlendirilebilir. Nihayetinde sanat, yaşamın diğer tüm pratikleri gibi, belirli bir toplumsal ve tarihsel ortamda yaratılır ve bu ortam, de facto, sanat yapıtını etkiler. Bundan dolayı Marksist yaklaşıma sahip bir önerme, bir yapıtın ancak yaratılma sürecinin şartları tespit edilerek, tam anlamıyla değerlendirilebileceğini öne sürer.

Bu noktada materyalist bir bakışa sahip olmanın önemli olduğunu vurgulamalıyım. Sanatın üretimi ve alımlanması/tüketimi ele alınarak, sınıflar ve sanatçının konumu, diyalektik ilişkileri ve yapıtın kendisinde ve üretildiği tarihteki çelişkiler gün yüzüne çıkarılabilir. Aslında bu konuda elimizde değerli bir kaynak mevcut: Ernst Fischer’ın 1959 yılında kaleme aldığı “Sanatın Gerekliliği”. Bu kitap İlk Çağ’dan, Orta Çağ’a ve oradan sanatın sosyalizm içindeki rolü ve işlevine kadar geniş ölçekli bir biçimde konuyu ele alan temel önemde metinler arasındadır.

Üç yıl önce kaybettiğimiz Marksist eleştirmen John Berger’in Görme Biçimleri isimli 1972 tarihli belgeseli – aynı yıl kitaplaştırılmıştı -, bir sanat yapıtının üretildiği tarihteki gibi görülemeyeceğini göstermişti. Sanatın anlamını derinleştirme bağlamında önemli bir girişim olan bu belgesel, bir yapıtla ilgili üretildiği zamana bakış yöntemini ustaca yansıtmaktaydı. Örneğin yağlıboya portrelerin bir sanatçının hamisinin statüsünü yansıttığını gösterirken, günümüz reklamlarının – ilgili tarihte ve bugün de geçerli olmak üzere – sanatsal pratiğin araçlarını kullandığını ve sanatın da kapitalizm içerisinde birer tüketim nesnesine dönüştüğünü ispatlamıştı. Berger doğrudan, net ve açık dili kullandığı için, bazı akademik çevreler tarafından konuyu basitleştirmekle suçlanmaktadır. Referanssız bir dili tercih etmesi, onun Karl Marx’tan ya da Walter Benjamin’den etkilenmediği ya da Feminist-Marksist sanat tarihçilerini bilmediği ya da görmezden geldiği anlamına gelmez. Berger’in standart, betimleyici ve kurumsal sanat tarihine karşı bir cephe açma girişiminde bulunduğunu da unutmamak gerekiyor.

Sanat, tüm insan topluluklarında gözlemlenen bir pratiktir. Sanat ve toplum arasındaki ilişki diyalektiktir ve bu açıdan sanat sadece toplumu yansıtmaz. Burada Marx’ın sıklıkla alıntılanan bir pasajını tekrarlamalıyım: “Sanat nesnesi – herhangi bir başka ürün gibi – sanattan anlayabilen ve güzelliğin zevkini duyan bir çevre yaratır. Demek ki, üretim, yalnızca özne için bir nesne yaratmakla yetinmez, aynı zamanda, nesne için bir özne de yaratır”. Bunu net olarak Rönesans ve sonrası dönemde gözlemleyebiliriz. Sanatın, ilgili dönem sonrasında özellikle yağlıboya resmin ortaya çıkışıyla birlikte nitelikli bir kapitalizm ürünü haline geldiği öne sürülebilir. Rönesans’ın zengin ailelerinin himayesinde kiliseler ve sarayların duvarları bezenirken, taşınabilir ve satılabilir tuval resminin ortaya çıkışı, metalaşmayı getirmiştir. Böylece içerik yerine, ustanın – maestro’nun – isminin önem kazandığı ve böylece yeni bir sanat ve sanatçı anlayışının geliştiği görülmektedir.

Günümüzde kullandığımız anlamıyla sanatın ortaya çıkışı için 18. yüzyılı beklemek gerekecektir. Bu yüzyıla kadar sanatçı ve zanaatkar arasında net bir ayrım yapılamaz. Bu açıdan Larry Shiner’ın “Sanatın İcadı” kitabını tavsiye etmek istiyorum. Yazar, bir kültür tarihi denemesi olan

çalışmasında ağırlıklı olarak görsel sanatlar olmak üzere ama müzik, tiyatro ve edebiyatı da dahil ederek, sanat algısının yüzyıllar içerisinde nasıl değiştiğini göstermektedir. Mağara resimlerinden, İlk Çağ’a, kentsel planlamadan çağdaş sanata kadar olan geniş bir skalayı tanımlamaya çalışır. İki temel problemi işaret edip bitirerek, bu yazının devamını sonrasında getirmeye çalışacağım: Kadın sanatçıların eşitlikçi olmayan bir şekilde sanat tarihinde yer alması problemi ve kapitalizmle birlikte ortaya çıkan “özgür” sanatçı modeli. Bunlar uzunca bir süre sanat tarihinin neden gerici bir bilim dalı olarak suçlandığını gösteren problemler olmuştur. Kapitalizmin yarattığı “özgür” (?) kişilikle birlikte sanatın romantik ve ticari bir uğraş haline gelmesinin parametreleri nelerdir? Bunlar önümüzdeki yazıya ilham verecek konular olarak şimdilik durabilir.