Sömürü düzeninin salt Suriye değil, her konuda Türkiye’yi içine soktuğu çukur öylesine derin ki, dışarı çıkmak için parmakların ucunda dikilmek yeterli olmayacak. Sıçramak gerekecek.

Şam’da kahvaltı

Pazar sabahı tercihan dış politika konusunda haftalık köşenizi yazmak için masanın başına görece erken bir saatte oturuyor, dünyada siz uyurken neler olup bittiğini görmek için sosyal medyaya bakıyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz ki ABD’deki Başkan adaylarından birine suikast düzenlenmiş. Donald Trump saldırıdan hafif yaralarla kurtulmuş. Çeşitli mecralardan mesajlar ve sorular yağıyor.

ABD’nin tarihi suikasta uğrayan Başkan ve siyasetçilerle dolu. Bu itibarla şaşırtıcı veya istisnai sayılabilecek bir gelişme değil. Süpermarketten ateşli silah, otomattan mermi satın alabileceğiniz, şiddetin hayatın olağan parçası olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Kimin yaptığı zaten belli olmuş. Herkesin merak ettiği kimin “yaptırdığı”. İşin arkasında komplo aranması da doğal. Zira ABD siyaseti komplo bakımından pek zengin.

Bence bireysel bir eylem de planlı bir saldırı da olabilir. Trump’ın seçimleri kazanma olasılığı esasen yüksekti şimdi daha da yükseldi. “Demokrasi”ye saldırıymış filan... Geçiniz! Ağlayacak dram arıyorsanız ABD’nin burnunu soktuğu herhangi bir ülke veya bölgedeki halkların durumuna bakabilirsiniz. Sonuçta ABD’ye zarar verecek ve yıkılmasını hızlandıracak her gelişme dünya halkları için iyidir deyip kapatalım bu bahsi.

***

Suriye’yle bir yakınlaşma olacak mı, liderler görüşecek mi? Türkiye’de halkın belki de en yakından takip ettiği dış politika konusu bu. Bunun sebebi de belli: Suriyeli göçmenler. Akepe’nin ekonomik politikalarıyla gayet bilinçli bir şekilde yoksullaştırılan halkın öfkesinin yöneltildiği yer burası. Akepe liderine akıl verenler de sanırım bu noktadan hareketle “Suriye’yle barış” söylemini öne çıkartıp, o sürecin Türkiye’deki göçmenlerin geri dönüşünü sağlayacağına kamuoyunu inandırmak istiyorlar.

Türkiye’nin güney komşusu Suriye’yle ilişkilerinin iyileşmesine aklı başında hiç kimsenin karşı çıkması düşünülemez. Gel gelelim bu ne kadar mümkün?

Suriye rejimini değiştirmek için çıkartılan iç savaşta ABD öncülüğündeki geniş bir ittifakın içinde yer alarak etkin rol oynayan Erdoğan rejimi Suriye’yle yakınlaşma siyasetini ne kadar ileri götürebilir? 

Türkiye’nin Suriye siyasetinin ne kadarının yerli ve milli olduğu sorusundan başlamakta yarar var. Suriye’de rejim değiştirmek Erdoğan ve Davutoğlu’nun cin fikri değildi. Plan, ABD’de “Arap Baharı” rezaletinin önemli bir parçası olarak hazırlandı ve uygulamaya sokuldu. “Arap Baharı” konseptini çok da abartmayalım. ABD’nin öncelikli kaygısı her zaman İsrail’in güvenliğini sağlamak oldu. Bunun için Irak ve Libya parçalandı. Mısır evcilleştirildi ve son olarak da Suriye güçsüzleştirildi. İsrail’in güvenliği terimi de yanlış anlaşılmasın. Güvence altına alınmaya çalışılan şey egemen, sınırları belli bir devletin ve halkının güvenliği değil, hesapsızca genişleme ve öldürme özgürlüğüydü. Bu hedeflendi ve bir noktaya kadar başarıldı. Türkiye’yi yönetenlerin kendi “kalfa boyutlu” emperyal hedefleri doğrultusunda kılıç kalkanla daldıkları bu “gaza” adlı adınca emperyalizmin Ortadoğu uçbeyi İsrail’in genişletilmesi planıydı. Neyse ki yürümedi. Rusya’nın ve sıranın Suriye’den sonra kendisine geleceğini bilen İran molla rejiminin müdahalesinin de katkısıyla Suriye yıkılmadı ama kısmen de olsa işgal edildi. En önemlisi, İsrail’in yayılmacı, sömürgeci ve saldırgan siyasetine gösterebileceği tepki ve direnç asgariye indirildi.

Gelinen noktada Akepe genel başkanı isteyerek veya zorunlu kalarak “ben vazgeçtim, eve dönüyorum” diyebilir mi? Daha geçen hafta NATO’ya övgüler düzen, Washington ve Londra’nın kontrolündeki mali piyasalardan kaynak arayan bir rejimin Suriye’yle gerçekten barışma ihtimali var mı? Suriye topraklarında asker bulunduran ABD buna izin verir mi?

Sorunun ikinci ama en az birincisi kadar zorlu bacağı ise Suriye topraklarında devam eden işgal ve o işgali taşere ettiğimiz güçler. Suriye’de rejim değiştirebilmek için bu ülkedeki en gerici kesimlerden ordu kurmaya kalkışmak. Onlar yetmeyince dünyanın dört bir tarafından profesyonel kelle kesicileri İdlib’e doldurmak. Ülkeyi, güvenlik aygıtını bir anlamda “Peşaver etkisi”ne açık hali getirmek. Merak edenler şuradan bakabilirler bunun ne anlama geldiğine.

O yazıdan kısa bir aktarma yapayım: “İdlib’de bir avuç uzman dışında artık adlarını ve hangi ana cihatçı gövdeye, hangi Selefi oluşuma bağlı olduklarını kimsenin akılda tutamadığı yığınla cihatçı örgüt var. Bunların Türkiye ile yakın bağları olduğu, ABD’nin de uzun parmaklarının buralarda dolaştığı herkesin bildiği bir sır”.

Suriye’yle barış süreci başlatıldığı takdirde bu güçler boş mu duracaklar? Sorunun yanıtının ipuçlarını Erdoğan birkaç hafta önce Suriye liderine görüşme çağrısı yaptığında yaşanan olaylardan almış olmalıyız. Bu kelle kesicilerin Suriye’yle barış yapılması halinde ne olacakları sorusuna kim cevap verebilir? Örneğin Esat bunlara af çıkartır mı? Aklı varsa çıkartmaz. Kaldı ki bunların büyük bölümü Suriyeli dahi değil. Peki, bu kişilerin aynı yörede yaşayan aileleri ve yakınları nereye gider? İran’a mı, Irak’a mı? Hiç sanmam! Üstelik bu bölgelere olası bir “barış” sonrası Rusya ve Suriye tarafından düzenlenecek operasyonların yeni bir göçe yol açacağı ve bunun adresinin de Türkiye olacağı kesin. Akepe düzeni, Türkiye’de toplumsal patlamalara yol açması muhtemel  böyle bir riski göze alabilir mi?

Bu dışsal etkenlerin yanında bir de iç durum var. Akepe tarafından hesapsızca aktarılan kaynaklar sayesinde büyüyen ve güçlenen Türkiye sermayesi bir şekilde yayılma ve genişleme peşinde. Burjuvazinin bu tercihi devlet kademelerinde de taraftar buluyor. Türkiye’nin büyümesinin güvenliği için bir zorunluluk olduğu anlayışı, yeni Osmanlıcılık aromalı bir “irredantizm”le topluma da benimsetilmeye çalışılıyor. Buradaki temel sıkıntı ise toplumda göçmenlere en tepkili olan ve asalım keselim sözlerini dillerinden düşünmeyen kesimlerin bu tarz bir toprak genişlemesi konusunda da en hevesli görünenler olmaları. Son 80 yıldır dayatılan gerici eğitimin en somut göstergelerinden biri sebep-sonuç ilişkisi, eski deyimle “illiyet bağı” kavramından habersiz kitleler üretmesi. Başka ülkelerin topraklarını işgal etmenin doğrudan göçmen sayısını artıracağını hesap edemiyorlar.

O halde konuşulan “yakınlaşma” veya “barış” sürecinin bugünden yarına gerçekleşmesini beklemek gerçekçi görünmüyor. Süreç görüntüde başlasa da kısa sürede güvenlik ve göçmenler boyutunda halkın geniş kesimlerinin arzu ettiği türden bir sonuca varması olanak dahilinde değil.

Diğer taraftan Suriye’yle ilişkiler normalleşse dahi göçmenlerin tamamının Türkiye’den ayrılmaları beklenmemeli. Basitçe anlatalım. Birincisi göçmenlerin hepsi Suriyeli değil. İkincisi Suriye yönetimi kendince haklı sebeplerle bunların bir kısmına kucak açmayacaktır. Üçüncüsü bu ülkede doğmuş, burada okula giden, bir bölümü ana dillerini bile bilmeyen yüzbinlerce göçmen kökenli var. Dördüncüsü göçmenlerin işgücü piyasasındaki varlığından alabildiğine yararlanan sermaye kesimleri dönüşleri engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır.

Özet olarak, Esat-Erdoğan görüşmesi gerçekleşse bile bunun Suriye ve Türkiye halklarının hayatına olumlu anlamda dokunabilecek bir sürecin başlamasına olanak sağlayacağını düşünmek güç.

Sömürü düzeninin salt Suriye değil, her konuda Türkiye’yi içine soktuğu çukur öylesine derin ki, dışarı çıkmak için parmakların ucunda dikilmek yeterli olmayacak. Sıçramak gerekecek.