Örgütlü gözbağcılığın rahatsızlık duyduğu vals filan değil. Asıl korkutan valsten kaçınılmaz biçimde Fransız Devrimi’nin “carmagnole” danslarına evrilen tarihsel akış. 

Sabaha kadar vals

Dünyadaki kimi topluluklar sürekli eziyet görüyor, inim inim inliyorlar. Şeytani bir ittifak sabah akşam bu topluluklara eza çektirmenin yollarını arıyor, bunun için karmaşık komplolar düzenliyor. Bu zavallılar her sabah uyandıklarında yeni bir ızdırap sağanağı altında ıslanıyorlar. Bunların çektiklerini görünce insanın vicdanının sızlamaması mümkün değil.

ABD’nin Teksas eyaletindeki bir grup ehl-i salip örneğin. Hiçkimsenin ve herkesin yazdığı kitaplarına göre müminlerin mutlaka çoğalması ve kendilerinden farklı hurafelere iman edenlerden daha kalabalık olmaları gerekiyor. Bu kutsal davanın ön koşulu da kadının mümkünse erken yaşlardan itibaren eve kapatılıp bir tür kuluçka makinası olarak işlev görmesi. Şer ittifakı bir takım “içi boş ve abartılı”  temel haklar iddialarıyla toplumları “zehirlemeye” başlayıp topluluğun üreme kavgasına ket vurunca mağdur oluyorlar haklı olarak. Bu yüzden de kendi ilkel güdülerini tüylerinin yönüne okşasınlar diye seçtikleri ve bunları üç-beş bin yıllık palavralarla oyalarken cebini doldurmayı ve sömürü düzenini berkitmeyi ihmal etmeyen yöneticileri de bunlar daha fazla zarar görmesin diye karakuşi yasalar çıkartıp kürtajı fiilen yasaklama yoluna gidiyorlar. Üstelik bu yasak salt “iman edenler” için değil, bütün bir eyalet nüfusu için geçerli. 

İlk bakışta garip görünüyor değil mi? Belli başlı örgütlü uyutma sistemlerinin kadın bedeni üzerindeki denetim ısrarının en hakiki cemaati diğerlerinden kalabalık tutmayı amaçladığını veri olarak kabul edersek, bu tür yasakların salt o cemaati bağlaması, diğer “kafirlere” karışmaması gerekir. Böylelikle kadını görece özgürleştiren, kendi bedeni üzerine söz hakkı tanıyan topluluklar azalır ve zamanla "helâk” olur, geriye sadece en hakiki dindarlar kalır. Gel gör ki sistem böyle işlemiyor. Teksas’taki en birinci müminler, dünyanın diğer köşelerindeki benzerleri gibi özetle şunu söylüyorlar: “Ben mağaradan çıkmayacaksam seni de çıkartmayacağım. Çünkü sen mağarandan çıkar, yeni bilgiler edinir, yeni özgürlüklere kavuşursan, bizim mağaradakiler kul olduklarını unutur ve onları daha fazla uyutmakta güçlük çekeriz!”. Büyük dram ve büyük mağduriyet gerçekten…

Bu tartışmanın benzerleri başka coğrafyalarda da aklınıza gelebilecek en saçma düzlemlerde yaşanıyor. Memleketin birinde bir grup mümin, el ele, kol kola girip, bir müzik eşliğinde affedersiniz kızlı-erkekli salınanları görünce mahv-ı perişan oluyorlar mesela. En temel hakları çiğnenmiş, kazanımları ellerinden alınmış oluyor. Aynı gruplar, neyse ki ahlakın yegane temeli sandıkları kurumlara ait binalarda çocukların maruz kaldığı taciz ve tecavüzler yaşandığına, kızlı-erkekli salınmayanların düzenledikleri hileli ihalelere, dev boyutlu hırsızlığa, rüşvete, kadın cinayetlerine filan tanık olmuyorlar da, ilave sarsıntılar yaşamıyorlar.

1991 yılında Dışişleri Bakanlığı’na girdiğimde, her yeni memur gibi ben de birkaç ay süren bir akademi eğitimi görmüştüm benimle aynı dönem giren meslektaşlarımla birlikte. Yanlış anımsamıyorsam ilk üç ay kesintisiz her gün, daha sonraki üç ay da yarım gün diplomasinin teorik ve pratik yanlarıyla ilgili bir eğitim almıştık. Bu dönemde arkadaşlardan birinin önerisiyle bir dans kursuna da gitmiştim.

O zamana kadar danstan anladığım arada bir tepinmekten, elimi kolumu sallamaktan ibaret. Bir de folklor seviyorum, yöreleri, oyunları filan ama yetenek sıfır olduğu için pratiğim yok. İlkokul birinci sınıfta yazdırıldığım folklor kursundan ilk günün sonunda gönderilmiş olmak gibi bir kıdemim var.  Dediler ki, “en azından vals ve tango gibi bir-iki salon dansı öğren ki, yarın memleketi yurtdışında temsil ettiğinde, örneğin Viyana’da bir baloya gidersen yüzün kızarmasın.”

Bu kursa başladım, valsı kör-topal becerdim ama iş tangoya gelince el-ayak-kulak koordinasyonu yetmedi, tango bana, ben tangoya eziyet eder hale geldik. Sonuçta öğrendiğim üç-beş vals adımı yanıma kâr kaldı. 

Türkçe konuşan Müslüman Amerikalı ve süper liberal bir muhalif lideri fena halde mağdur eden vals adlı dansla ilgili kişisel öyküm bu kadar. Gelelim valsin genel öyküsüne.

Vals bir salon, hatta saray dansı. Beş yüzyıla yaklaşan bir tarihçesi var ama yaygınlaşması 19. yüzyılın başlarına denk geliyor. Bir halk dansı olarak doğmuş ancak zamanla aristokrasinin dansı haline gelmiş. Bugünün dünyasında geçerli ölçütlerle hiçbir erotizm içermediği gibi dans eden çiftin teması da birçok başka salon dansına göre eni-konu sınırlı. İyi vals yapan bir çifti izlemek estetik bakımdan keyif verici sayılabilir ama hepsi o kadar. Valsin kulağınızı okşayan müziğini sevmemek için ise özel gayret sarf etmek gerek.  

Şu sıra bağıra çağıra mağduriyet türküleri çığıranların “ceddimiz de ceddimiz” diye tutturdukları Osmanlı’nın Sarayı da hiç yabancı değil valse. Yazılıp çizildi örneğin Sultan Abdülaziz’in “Valse davet” adlı bestesi bulunduğu. Merak edip dinledim. Gerçekten güzel. “Vals yaptılar” diye sızlananlara da tavsiye ederim. Sonra, Klasik Türk Sanat Müziğinin en önemli bestekarlarından sayılan Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin “Yine bir Gülnihal” adlı eseri de buz gibi vals ritminde bestelenmiş. Demem o ki, Cumhuriyet’in sanki tek icraatıymış gibi sunulan vals öyle başka gezegenden düşmüş bir meteorit veya kendine “muhafazakâr” diyenleri güçsüzleştirip dinden imandan çıkartan bir tür “kriptonit” filan değil. Şimdi yıkılan o Cumhuriyet vals yapmakla kalmadı, Anadolu’nun kadim halk oyunlarını, türkülerini derleyip kültür dünyasına kazandırdı. Ama kime anlatıyoruz? Zaten siz de, ben de biliyoruz ki mesele vals, rumba veya çaça dansı değil.

Teksas eyaletinin idari merkezi Austin’den Ulus’taki Çıkrıkçı Yokuşu’na kadar valsten veya kadının kendi bedeni hakkında son sözü söyleyebilmesinden rahatsız olanların dertleri çok büyük ve derin. Hepimizi hapsetmek istedikleri mağaranın dışı içinden çok daha iyi ve bunu onlar da biliyorlar. 

Asıl mesele bir miktar Kudüs, bir tutam Vatikan, biraz Teksas, çokça Kabil, bir hayli de Hicaz. Mesele kuluçka makinasının evden çıkartılmaması ve üremeye ket vurulmaması. Mesele uyutulanların uyutulmaya devam edilebilmesi için bir şekilde uyanmış olanların yeniden uykuya yatırılması. Mesele örgütlü hurafe sistemlerini taşıyan gemilerin Aydınlanma rüzgarıyla yol almamız gereken bu denizde su üstünde kalamayacak kadar çürük ve köhnemiş olması. Ve bütün bunlardan da önemlisi, mesele insanın insanla beslendiği kapitalizm denen sömürü düzeninin sürdürülebilmesi için gerekli olan kulların yeniden ve yeniden üretilmesinin hayati bir önem taşıması.

Vals ne bir başlangıç ne bir son. Vals, hepi topu güzel bir ezgi ve göze hoş gelen bir dans. Varlığının veya yokluğunun emekçi halkların büyük insanlık kavgasına etkisinin ihmal edilebilir düzeyde olduğunu da söyleyebiliriz. Bir daha yineleyelim. Örgütlü gözbağcılığın rahatsızlık duyduğu vals filan değil. Asıl korkutan valsten kaçınılmaz biçimde Fransız Devrimi’nin “carmagnole” danslarına evrilen tarihsel akış. 

“Laikliği musalla taşına bırakıp kaçan” Türkiye burjuvazisinin bize “muhalif” diye yutturmaya kalkıştığı mağara bekçilerinin en çok ürktükleri şey vals değil elbette. Korktukları ve önlemek istedikleri, grevdeki fabrika önlerinde kadın-erkek omuz omuz çekilen halaylar, hep bir ağızdan söylenen türküler ve Türkiye Komünist Partisi’nin Kartal mitinginde 12 Eylül günü bir kez daha çınlayan devrim ve direniş şarkıları. Bütün bunlar o mağaraların sadece karanlık geçmişi anımsatan bir müze niyetine ziyaret edildiği yeni ve önlenemez bir dünyanın sesli ve danslı habercileri.

Buraya bir kez daha not düşelim. Aydınlıktan ve ilerlemekten korkanları “anlamakla”, tatmin veya teskin etmekle değil, tarih ırmağının yanlış tarafında yalnızlığa ve unutulmaya terk etmekle yükümlüyüz. 

Öyleyse sabaha kadar vals!