Geçen haftaki proje şovunun, AKP iktidarının egemen sınıf açısından temel kazanımlarının muhalefet tarafından korunacağının ilanı olduğunu söyleyebilirim.

Restorasyon

Orhan Gökdemir, Perşembe akşamı Gökhan Kazbek’le Gündem programında Millet İttifakının olası iktidarına ilişkin bir değerlendirmede bulundu. Akıl açıcı bir benzetmeyle darbeci general Kenan Evren’in “aşırılıklarının” bir “yapı” oluşturmaya el vermediğini, 12 Eylül rejiminin asıl Turgut Özal’ın eseri olduğunu dile getirdi. Buradan hareketle; CHP ve müttefiklerinin seçim zaferi halinde Tayyip Erdoğan’ın başta olmaması, ama Tayyibizm’in sürüp gitmesi durumunu açıklayabiliriz. Evren’den sonra, Yalçın Küçük’ün kavramıyla Eylülizmin sürdüğü gibi…

Fatih Yaşlı, yine Altılı Masanın proje şovunun ardından katıldığı bir başka programda çoktandır kullandığı kavramlaştırmayı tekrarladı: Tayyip Erdoğan’sız Tayyip Erdoğan rejimi. Yani: Kamuculuktan kaçmakla kalınmayacak, TCDD’nin satılması taahhüdünde olduğu gibi özelleştirmeciliğe devam edilecek. Laiklik ağza alınmayacak, dini eğitimin kapısını iyice açmak ve sistemi dinselleştirmek için parçalara bölünmüş temel eğitim, nedeni bilinmez biçimde başka türlü parçalara ayrılmaya devam edilecek. AKP’nin Batıyla ilişkileri bozduğu iddiasıyla Batıcılıkta sonuna kadar gidilecek… Doğrudur, bunun adı Erdoğan’sız bir Erdoğan rejimidir.

Geçen haftaki proje şovunun, AKP iktidarının egemen sınıf açısından temel kazanımlarının muhalefet tarafından korunacağının ilanı olduğunu söyleyebilirim. Yanlış olmaz, ama bütünüyle negatif bir formülde inat ettiğim zannedilebilir. Yerinde biçimde Fatih açıkça bugün en çok tepki çeken, rahatsızlık uyandıran uygulamaların düzeltilecek olmasının iyi olacağını belirtti. Orhan da Evren aşırılıklarıyla Erdoğan uygulamaları arasındaki benzerliğe işaret ederken aynı şeyi söylemiş oluyordu. Elbette kamuda denetim, YÖK’ün kapatılması, Sarayın boşaltılması ve başkaları iyidir. Ama o kadar.

Bunun ötesinde muhalefetin getireceği değişime güzelleme yazmanın manası yok. İstanbul Sözleşmesine sahip çıkamayan, Kürt sorununa dokunamayan, tarikatlara bakamayan, görülmemiş boyutlarda halkı boğazlamak anlamına gelen yoksullaştırma saldırısının etrafından dolanan bir “değişimin” neleri sürdürdüğünü anlatmak doğru tercihtir. Bizim tercihimiz budur.

Buraya kadar gelmişken; sol bu gerçeğe işaret etti diye, Erdoğan’a ve AKP’ye tepki duyan, bu karanlık aşırılıklar döneminin bitmesini arzu edenlerin seçimde gösterecekleri tavır gevşemez, tavsamaz, tersine dönmez. AKP’ye yönelen öfkenin enerjisini emen, muhalefetin soldan eleştirilmesi değildir. Asıl, halkın gerçek sorunlarına ve sorunların gerçek kaynaklarına değmeyen, hatta bunların üstünü örtmek için halktan kaçan muhalefet, bir yenilgi ihtimalinin sorumlusu olacaktır. Daha önce de söylemiş ve yazmıştım. Muhalefet sadece ve sadece AKP’yi nasıl göndereceğine odaklansa, sade mi sade bir “yoksulluk popülizmine” başvururdu. Aleni bir yağma sürdürmekte olan iktidarı, halkın öfkesiyle, seçimi bile beklemeden süpürmek mümkündü. Hadi bunu yapmadılar ve top seçime atıldı. O gün insanların oy kullandıktan sonra sandığa sahip çıkması, sandık başı AKP terörüne izin vermemesi, yandaş seçim kurullarını kuşatması, biçimsel bir adaletin çiğnenmemesi için ağırlık oluşturması nasıl sağlanacak? AKP’siz AKP rejimi veya Tayyipsiz Tayyibizm savunularak halk dinamik kılınamaz ki… Aslında, iktidarıyla muhalefetiyle düzen partilerinin birinci meşgalesi halkı hareketsiz tutmaktır. Solun eleştirisi bu ortak paydayı baskıladığı, giderek dağıttığı ölçüde ortaya bir başarı çıkacaktır.

Orhan ve Fatih’e Kemal Okuyan’ın mesajını da eklemenin zamanıdır. Hakikaten, “Erdoğan karşıtlığı” Türkiye halkının gerçek bir kurtuluş kavgasına yönelmesinin önündeki temel engellerden biri haline gelmiştir. Erdoğan karşıtlığı gerçek sorunların, gerçek çözümlerin ve gerçek kavgaların ertelenmesinin meşru mazereti durumunda. “Şimdi zamanı değil” ise, şimdi zamanının gelmediği kabul gören bir mücadelenin toplayabileceğe enerjinin sınırı olur. Oysa emekçilerin düzene başkaldırması için son derece elverişli bir zemin ortaya çıkmış. En azından temel toplumsal gereksinimlerin kâr konusu olmaktan çıkartılması için yaygın devletleştirmelere gidilmesi, tarihte görülmemiş bir halk desteğiyle buluşuyor. Savaş rüzgârları NATO’dan çıkma tezinin yelkenlerini rahatlıkla doldurmaya yeterli… Ama Erdoğan’dan ve AKP’den kurtulmak ile böylesi radikal bir program karşı karşıya konduğunda, birincinin tercih edileceği de açık. Kemal doğru söylüyor. Demek ki, Türkiye’nin Erdoğan’dan ve AKP’den kurtulması gerçekten de gerekiyor. Kurtulalım ki, emekçi halkımızla gerçeklerin arasına duvar örülemesin.

Artık başlıktaki kavrama geleyim. “Restorasyon” tam da burada anlam kazanıyor. Gitmesi gerekenler gönderildiğinde ülke yeni bir statükoya mı oturacak? TCDD’nin de özelleştirildiği, emekçilerin en fazla hemen pazara koşup patronlara iade edecek kadar gelir artışı tadacakları, tarikatların yasaklanmadığı, belki eğitimin, kadınların, bürokrasinin üstündeki şeriatçı kuşatmanın bir nebze hafifleyeceği, NATO’cu ve AB’ci bir statüko... Evren’in yerleşiklik kazanması imkânsız örneğiyle “asmayalım da besleyelim mi” denmeyen, Erdoğan’ın ekonomist olarak arzı endam edemediği bir durum… Restorasyon düzenin AKP yüzünden düzgün dönmeyen çarklarının temizlenip yağlandığı, ama egemen güçlerin son yirmi yıllık kazanımlarının özüne asla dokunulmayacak bir dönem anlamına geliyor.

Bana sorarsanız, restorasyonun tutması için iki şeyden biri gerekir. Ya toplum öfke duyamayacak durumda olmalıdır; sinirleri alınmış, ayağa kalkamayacak kadar dövülmüş, depresyona gömülmüş… Hal kesinlikle böyle değildir. Halkımız bir Gezi şarkısında dendiği gibi “ayakta” olmayabilir, ama öfke patlama sınırında gezmektedir.

Ya da emekçilere yol gösterecek, aklı başında, örgütlü herhangi bir çıkış için en ufak bir umut yoktur… Bereket bu sonuncu için kendi adımıza konuşabilecek durumdayız: Varız. Ne bu ülke AKP rejiminin AKP’siz sürmesine izin verir, ne de biz oturup restorasyonu seyrederiz.