Bu kâbusu herkes yaşıyor çünkü herkes sosyalizme karşı işletilen bu mekanizmaları gayet iyi biliyor. Sınıfsal çıkarlar için işleyen süreçlerin dönüp dolaşıp kendilerini bulmasından herkes korkuyor.

Renkli devrim kokusu ve de korkusu

Renkli devrim, devrim adına gölge düşüre düşüre dilimize, zihnimize girdi. Devrim siyasi gündemden çıkıp mazide kalan hoş bir ihtimale dönüşürken renkli olanı ise kolektif bir eğlence edasıyla aramıza yerleşiverdi. Tabii ki, “soğuk savaş” döneminin sermaye sınıfı açısından büyük bir başarısı olarak.

İlk renkli devrim uğrağı olarak Ukrayna anılıyor. 2004’teki cumhurbaşkanlığı seçimleri etrafındaki olaylarla. Rengi ise turuncu. Sonrasında gül (Gürcistan), yasemin (Tunus), sarı (Kırgızistan) olarak adlandırılanlar da oldu. Ya da Turkuaz diye gönderme yapılanları da. Ama renkli devrim denince benim aklıma önce Çekoslovakya ve sonra da Polonya geliyor. 1968 Prag’ı ve Solidarnosc hareketi üzerinden yaratılan hava olarak. Şurası da bir gerçek ki renkli devrimler, somut bir ihtimal olarak devrim ufkumuzdan çıkınca gündeme girdi.

Girdi ve bu tür devrimleri, yani renkli olanları seven de çok, sevmeyen de. Sağdan sola herkesin kuşkusu ve sevgisi var bu tür hareketlere. Ama renkli devrimler daha çok sermaye düzenini ve emperyalist çıkarları belli bir coğrafyaya yerleştirmek için toplumun hoşnutsuzluğuna yön vermek, çaktırmadan müdahale etmek anlamında kullanılıyor. 

Çerçevenin içi boş değil yani. Kimse olmayan bir meseleyi toplumsal bir gündem haline getiremiyor (şimdilik). Varolan noktaları tutuyor.

Bu tür devirmelerin çerçevesi böyle olunca da tabii ki ilk coğrafyası da reel sosyalizmin kendisi ve etki alanıydı. Önce oralarda deneyim kazanıldı. O deneyimle Balkanlardan, Kafkaslara koşuldu. Arap Baharı ise yeni beyaz bir sayfa açılmasını sağladı. Hepimizin gözü önünde. Bir tür Kırmızı Pazartesi olarak.

İşin ilginç yanı, her “yerel” siyasi iktidar (artık ne kadar yerelse işte) kendindeki renkli devrim olasılığını sevmezken bir başka ülkedeki renkli devrim olasılığını ise çok gerekirse öncelikle “endişe” ile izliyor ve sonra da sonucu tebrik ediyor. Öyle bir devrim ki bu hem yerel iktidarlara hem de “gayri-yerel” güçlere alan tanıyor. Daha ne olsun! 

Ve orada da kalmıyor: Renkli devrim tartışmaları popüler olan toplumsal her öfkeye, gösteriye de “kuşku” gölgesinin düşürülmesini sağlıyor. Yani Polonya’daki kürtaj hakkını savunanlar, Fransa’da sarı yelekleriyle sokakları dolduranlar, Sırbistan’da artan sınıfsal hoşnutsuzluk için sesini çıkaranlar da siyasi iktidar ve etrafındaki siyasetler tarafından ajan, dış güçlerin oyuncağı ve renkli devrim ajanı olarak damgalanıveriyor. Günümüz dünyasında her siyasi iktidar, kendi renkli devrim kâbusunu yaşıyor. 

Bu kâbusu herkes yaşıyor çünkü herkes sosyalizme karşı işletilen bu mekanizmaları gayet iyi biliyor. Askerler biliyor, bürokratlar biliyor, akademi biliyor. Sınıfsal çıkarlar için işleyen süreçlerin dönüp dolaşıp kendilerini bulmasından herkes korkuyor. Sallantıdaki her iktidar renkli devrim kokusu alıp korkusunu yaşıyor.

Toplumların haklı arayışları da renkli ilan edilme kâbusunu yaşıyor.

Bundan, yani bu bulaşıklıktan kaçış var mı? Görünen o ki şimdilik yok. Yani uzunca bir süre daha, hemen her ülkede açığa çıkan toplumsal huzursuzlukta devrimci arayışlar ile bu karşı-devrimci renkli müdahaleler ortalıkta olacak. Ta ki işçi sınıfı siyaseti kendi ağırlığını hissettirinceye kadar. O zaman daha doğrudan karşı karşıya gelişler yaşanacak.

O zamana kadar ise renkli müdahaleler hep olacak: Sadece masabaşında yapılan mühendislik çalışmaları olarak değil, sermaye sınıfının sınıfsal bir refleksi olarak. Tekinsiz zamanlarda düzenin bekası için. Yani “X” siyaseti ve ideolojisiyle yürümeyen kapitalizmin “Y” siyaseti ve ideolojisiyle yürütülmesini garanti altına almak için. “Y” daha önce muhalefette olsa bile. Hatta çok “radikal” olsa bile.

Biçare biçimde bu çalışmalara direnmeye çalışan yüzlerce düzen-içi “düşünce kuruluşu” falan ise renkli müdahalelerin sadece “masabaşı” kısmına işaret edecek. Sınıfı gizleyerek.   

Velhasıl, temel mesele düzenin bekası. Öyle küresel anlamda, gizli saklı falan değil. Ayan beyan.

Geçtiğimiz hafta Rusya’yı sarıveren Navalnıy esintisi mesela, pek gizlenmeye ihtiyaç duyulmadı. Gerçekçi ama biraz zorlama bir senaryo ile çok kısa sürede ısrarla ve adım adım yürütüldü. Rusya içinde bilinen ama siyasi çapı ve ideolojik ufku hiç de geniş olmayan bir “muhalif” isim birkaç ay içinde “uluslararası bir yarı-kahraman” haline geliverdi. Ardına da Rusya’da biriken toplumsal hoşnutsuzluk takıldı. Yani duman vardı, körük icat edildi. 

Ve görünen o ki bu gösteri dalgası Rusya’daki siyasi iktidarı da ucundan ısırdı. Hafif acıttı. Bu konuda daha ayrıntılı bir yazıyı Erhan Nalçacı dün soL’da yazdı.

Kitlelerin zihniyle oynanması konusunda Rusya’nın en deneyimli ülkelerden birisi olduğunu ve “Batı” kuşkusunun toplumsal hafızanın güçlü bir bileşeni olduğunu unutmamak lazım. Bu tarihsel ve siyasi deneyim, Rusya’ya nasıl yol aldıracak, göreceğiz. Ama bu tür deneyimlerin başka ülkelerce izlendiği, takip edildiği ve gerektiğinde de deneyimin transfer edildiği, bilgi aktarıldığı, çeşitli “dostane” uyarılarda bulunulduğu da ortada. Bu deneyim paylaşımından yararlanan ülkelerden birisi de Türkiye.

Sanırım birçok kişi, Boğaziçi için yaşananlarda iktidarın “beklenen”den çok daha sert bir yanıt ürettiğinin farkındadır. Siyasi iktidar, rektör ataması sonrası ortaya çıkan tepkiyi bir prova, açık bir tehdit, bir oldu bittiye getirme denemesi olarak gördü. Başka meseleler de karıştı. İşine geldi, laboratuvar olarak gördü vs. Hatta Gezi bir “travma” olarak akıllara, dillere geri geldi. “Kimse bizlere o travmayı bir daha yaşatamayacak” diye bilişsel dolduruşlar yazıldı, çizildi.

Ama alınan koku aynı zamanda korku anlamına da geliyor. Sadece bir kelime oyunu olarak değil, açık ve net bir durum olarak. Keza bir ülkenin en dinamik kesimlerini kaybeden, o kesimlerde düşünsel ağırlık kuramayan her iktidar zorlanır ve yalpalar.

Sonuç ise öyle masabaşı mesaisine, sermaye restorasyonuna bırakılmayacak kadar kıymetlidir.