“Rekabetçi kur” için faizleri düşürmeyi politika sanan akıl, beklemediği ölçekte bir döviz krizi-enflasyon-dolarizasyon sarmalıyla karşı karşıya gelmiştir.

'Rekabetçi kur' mu dediniz?

Hazine ve Maliye Bakanı Nebati’nin dilinden bugünlerde “rekabetçi kur”, “heterodoks politika” sözcüklerinden başka bir şey düşmüyor. Sanırsınız ki, “başkancı rejim” sonrasında artık “ortodoks” iktisat politikalarının tamamen dışına çıkılmış, bu politikalardan eser kalmadığı gibi bunlara cepheden savaş açılmış bir ülkede yaşıyorsunuz. BirGün Pazar’daki yazımda (“Ortodoks mu olsun heterodoks mu?”, 16 Ocak 2022) bu dayanaksız iddialara oldukça ayrıntılı yanıt verdim.

Çok kısaca şunları anımsatabiliriz ilgili Bakana ve Saray personeline: Birincisi, AKP’nin uzun iktidar döneminin çok büyük bölümüne ortodoks politikalar hâkim olmuştur; yani kısaca, pozitif reel faizlerin geçerli olduğu IMF tarzı “enflasyon hedeflemesi” denilen para politikaları ile sıkı maliye politikaları geçerli olmuştur. Büyük başarı dönemi diye “paylaşılamayan” 2003-2013 dönemi de bunun doruğunu oluşturur. İkincisi, 2018 sonrasındaki dönemde bile temelsiz faiz indirimlerinden sonra ortaya çıkan döviz krizleri her defasında pozitif reel faizlere geçilerek atlatılabilmiştir. Temmuz 2021 sonrasındaki negatif reel faizler macerasının sonunun da er-geç böyle biteceğine bahse girebilirsiniz. Üçüncüsü, AKP politikaları geniş kitleler açısından her zaman ortodoks nitelikte olmuştur; öyle ki pandemi döneminde dahi işini gücünü kaybeden kitlelere IMF tarzı sıkı maliye politikaları uygulamaktan vazgeçmeyen ender ülkelerden biri olabilmiştir. Dördüncüsü, gerçek anlamda heterodoks politikalar, mali emperyalizmin koyduğu sınırların dışına çıkmak demektir. Ağır dış yükümlülükler ve ithalat bağımlılığı altındaki dışa açık bir ekonomide sermaye hareketlerini kontrol etmeyi, serbest kambiyo rejiminden çıkmayı, dış borçları dondurmayı veya yeniden yapılandırmayı göze almayan hiçbir politika “heterodoks” olarak adlandırılamaz. AKP’nin tarihi kökeni, meşrebi ve sınıfsal aidiyeti bu kadarına izin vermez.

Rekabetçi Kur

Şimdi “rekabetçi kur” meselesine gelebiliriz. Elbette “rekabetçi kur” yani “düşük değerli milli para” bir politika tercihi olamaz değil. Çin bunu on yıllarca uyguladı. Türkiye’nin de uyguladığı dönemler var. Örneğin 1980’lerde “düşük değerli TL” politikası uygulanarak ihracat teşvik edilmiş, üstelik henüz sermaye hareketleri serbestisi olmadığı için buna “yüksek faiz” politikası eşlik edebilmişti. Yani hem faiz hem kurlar hedeflenebilmişti. Dışa açık bir ekonomide bunlardan ancak birine hükmedebilirsiniz. Eğer illa rekabetçi kur yani ucuz TL/pahalı döviz hedefiniz olacaksa, o zaman faizleri serbest bırakacaksınız. Ya da, yukarıda belirttik, dışa açık ekonomi konumundan çıkmayı başararak “heterodoks” politikalara yöneleceksiniz.

Dolayısıyla, üçlü imkânsızlık da denilen “dışa açık ekonomide faiz ve kurların ikisinin birden hedeflenilememesi” meselesini AKP son 3,5 yıldır zaman zaman tersinden uygulamakta ve başarısız olmaktadır. Buna rağmen ısrar edince de ne faize ne de kura egemen olabilmektedir. Son dört aydır yaşanan durum adeta uygulamalı ders gibidir: TCMB politika faizini %14’e indirmekte ama ne piyasa faizleri bunu izlemekte ne de Hazine’nin borçlanma faizlerinin artışı önlenebilmektedir; TCMB faizi ile arada 10 puanlık fark oluşması, üçlü imkânsızlığın da açık bir göstergesidir.

Dolayısıyla rekabetçi kur bir tercih olamaz değil; ama böyle olmaz. “Rekabetçi kur” için faizleri düşürmeyi politika sanan akıl, beklemediği ölçekte bir döviz krizi-enflasyon-dolarizasyon sarmalıyla karşı karşıya gelmiştir. Bu sarmal, tam bir kısır döngüdür. Yüksek kur enflasyonu körükler, intibak süresi gecikmeli (aramallarında daha gecikmeli) olduğu için ilk aşama etkilerle sınırlı kalmaz, devamı da gelir. Öte yandan düşük faiz ve yüksek enflasyon ikilisi TL’den kaçışı yani dolarizasyonu hızlandırır. Öyle ki “Kur Korumalı Mevduat” gibi güvenceli araçlar bile derde deva olamaz. Enflasyondaki artış ise döner gene kur artışını besler.

Örnek olarak TÜFE-faiz ilişkisine 2020’den itibaren bakılırsa, Ocak-Eylül 2020 döneminde TCMB faizi enflasyonun gerisindedir. Naci Ağbal’ın gelişiyle Kasım 2020- Mart 2021 arasında faizler enflasyonun üzerinde belirlenir (ortodoks politika). Kavcıoğlu da bunu Haziran’a kadar sürdürür. Temmuz- Eylül’de enflasyon faizleri aşar. Buna rağmen Eylül’den itibaren faiz indirimleri yapılır. Böylece yeni bir döviz krizi patlatılır, TL-döviz kuru paritesi TL aleyhine gelişir. Tepe noktası 20 Aralıktadır.

Bir de TÜFE-döviz kuru ilişkisi bakımından 2021 yılına bakalım: Ocak-Eylül 2021 döneminde TL yüzde 20 değer kaybederken Eylül’de yıllık enflasyon da bu düzeydedir. O halde, TÜİK’in TÜFE endeksi doğru kabul edilirse, TL -dolar paritesi reel olarak sabit kalmıştır. Oysa Ağustos-Aralık döneminde TL yüzde 60 değer kaybederek dolar karşısında reel anlamda değersizleşmiştir. Yılın bütünü açısından bakıldığında TL’de değer kaybı yüzde 81’dir. TÜFE ise yüzde 36 olduğundan gene TL’nin reel değer kaybı söz konusudur.

Ancak bu hesabı ÜFE ile veya Enflasyon Araştırma Grubu’nun (ENAG’ın) TÜFE’si ile yapsaydık, aslında reel paritenin korunduğunu görürdük; çünkü TL’nin enflasyon karşısındaki değer kaybı döviz karşısındaki değer kaybına eşitlendiğinden TL’de reel değer kaybı oluşmamıştır. Dolayısıyla, bugünler itibariyle geçici bir istikrar kazanmış görünen 1 $=13,5 TL düzeyi, hedeflenen rekabetçi kur (reel olarak düşük değerli TL ) açısından şimdiden yetersiz kalmaktadır. Kaldı ki, enflasyonun Ocak ayında ilgili bakanın deyişiyle “pik yapacağını” dikkate alırsak, yılın ilk ayında TÜFE’nin yüzde 45 dolayına, ÜFE’nin de yüzde 90’ın üzerine çıkma olasılığı yüksektir. O halde TL’de yeni değer kayıpları isteniyor olmalıdır. Esasen istenmiyor olsa bile, yüksek enflasyon gelip yeniden TL’nin değer kaybının tetikleyicisi olacaktır. İşte sarmal böyle oluşmaktadır.

Bu arada içerideki hesapsız enflasyon artışı iç maliyetleri yükselterek “rekabetçi kur”dan beklenen dış açıkları azaltıcı etkileri törpüler. Diğer yandan, Türkiye’den mal ve hizmet tedarik eden dış alımcılar, TL’nin değer kaybını fırsat bilip, dolar bazında fiyatları düşürme baskıları kurarlar; yani ihracatçının kazancının bir bölümüne ortak olurlar. Bu da bir şekilde içeride ücretler üzerine kurulan baskıları yoğunlaştırır. Dışarıya değer aktarımları (yoksullaştırıcı ihracat) çarkları çalışır.

Sonuç yerine bazı uyarılar

Uygulanan politikalara ilişkin eleştirel konumda olan sol iktisatçıların bazı konularda daha dikkatli olmaları gereken günlerden geçilmektedir.

Birincisi, kontrolsüz döviz kuru artışlarına ve dolarizasyona karşı çaresizliğin doğurduğu bir önlem olarak sisteme sokulan Kur Korumalı Mevduat gibi araçların başarısız olması aslında iyi bir şeydir; ama bunu salt bugünkü iktidar-muhalefet çekişmelerinde mevzi kaybı-kazanımı bakımından değerlendiremeyiz.  İktidarın faiz inadının kısmi telafi düzeneği olarak getirilen bu kötü uygulama, eğer başarılı olursa, hem Türkiye kamu maliyesi sistemi (dolayısıyla vergi mükellefleri) üzerine binecek çok ağır bir yük (1970’lerin devasa DÇM olgusundan daha ağır bir yük) oluşturur, hem de gelecek iktidar açısından ağır bir ipotek oluşturur ve politika esnekliğini azaltır.

İkincisi, ihracat döviz gelirlerinin %25’inin TCMB’na zorunlu satışı uygulamasının getirilmesi -ki 1999’dan sonra ilk kez olmaktadır- kuşkusuz iktidarın geçmiş kötü kararların bir sonucudur. Bu bakımdan eleştiri kapsamı dışında tutulamaz. Ama dikkat, TCMB rezervlerinin tamtakır olduğu bir ortamdan çıkış için uygulanabilecek bu tür kararları peşinen reddeden bir konuma düşmek, katıksız liberallerle aynı çizgiye gelmek anlamındadır. Bugünkü muhalefetin de, iş başa düştüğünde, bu uygulamayı sürdürmek yanında bu tür araçlara başvurmak zorunda kalabileceği unutulmamalıdır.

Üçüncüsü, sosyalist solun hedefi kuşkusuz bugünkü ekonomik istikrarsızlık enkazını kaldırmakla sınırlı olamaz; sol bir program, faiz-kur-enflasyon göstergelerinin iyileştirilmesi döngüsüne hapsedilemez. Ancak “bırakalım bunlar düzen partilerinin işi olsun” da denilemez; çünkü örneğin enflasyon halkın üzerine yıkılan en adaletsiz vergidir ve emekçinin yaşam gücünün emilmesi anlamındadır. Buna mutlaka çare bulunmalıdır. Ama solun çözümleri, sermaye iktidarlarının çarelerinden köklü bir biçimde farklıdır, farklı olmak zorundadır.

Önceliklerin önceliği, dışa bağımlı bir ekonominin/ülkenin kısıtlarının aşılabilmesidir. Eğer aşılamazsa, bugünkü iktidar adayı muhalefet bloğunun böyle bir gündemi yoksa, AKP sonrası için dahi ümitvar olmak mümkün değildir.

Sonucun sonucu: Sosyalist solun gerçek bir alternatif olarak ortaya çıkması ve umut olması için koşullar seçimler sonrasında çok daha uygun hale gelebilecektir.