'Bu tarihin öğrettiği bir şey var bize, umut da insan da tükenmez. Kardelenler fışkırır umulmadık bir anda, Ayçiçekleri yüzünü güneşe döner o karanlıkta.'

Recai ve Sacit, düşlerimiz ve vatanımız

Recai ve Sacit’e, onlara…

12 Eylül’ün eşiğindeyiz, ülkenin her yanında amansız bir iç savaş sürüyor. Karanlığın bugünkünden tek farkı, sokakları solun tutuyor olması. Milliyetçi Cephe hükümetleri faşistleri arkalamış, solun güçlendiği her yerde halka organize bir saldırı var. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” diyerek veriyor büyük saldırının ilk işaretini. Çorum’da faşist bir katliam var ama Demirel’e göre tek bir olayın yaşanmadığı Fatsa’nın durumu ondan önemli. Fatsa karanlığa karşı halk direnişinin sembolü çünkü. Bir gün resmi ve gayrı resmi komandolarla basıyorlar ilçeyi. “Nokta Operasyonu” diyorlar adına, önlerine kim çıkarsa vurup kırıyorlar. Dönemin valisinin deyişiyle Fatsa’yı yeniden vatan toprağına katıyorlar… 

Az ilerideki Bulancak’ta da iç savaş olanca hızıyla sürüyor. İlçede konuşlu az sayıda faşist, devlet desteğinde sola karşı bir iç savaş yürütüyor. Kıtlık var üstelik, sistem temel tüketim maddelerini temin etmekte zorlanıyor. Patronlar krizi fırsata çevirmiş. Stokçuluk almış başını gitmiş. Bire aldıklarını, stoklayıp, zamanı gelince beşe satıyorlar. Solcular bir gün stok yapılan depolardan birini bastı Bulancak’ta, içerideki mallara el koydu. Duyuru yaptılar ilçeye, halkı topladılar, içeride ne varsa halka dağıttılar elbirliğiyle. Dağıtılan malları alan ahali, gençlere dua edip gitti. O solcu gençlerin arasında Recai Türüdü de vardı. 

Recai, bir gün çarşıda yürürken o stokçulardan biriyle karşılaştı. İlçenin saygın “iş adamı” Muammer Zehir hem iş bilir bir stokçu hem ilçedeki ülkücülerin başıydı. Tehdit etti Recai’yi. Recai aldırmadı, yürüdü. Stokçu Muammer arkadan yaklaşıp kafasına doğru bir el ateş etti. Recai düştü yere…

Recai hastanede canı ile boğuşurken geldi 12 Eylül. Muammer Zehir’i yakaladılar, 15 gün sonra saldılar. O sırada solcuların basıp el koyduğu stok mallarını alan ahalinin bir kısmı karakola koştu “gaspçı” gençleri ispiyonlamak için. Recai’yi de ispiyonladılar haliyle. Fakat Recai’nin kıpırdatılacak hali yoktu, ölümden kurtulmuş ama faşist kurşun kafasının içinde takılıp kalmıştı. Aklı da gidip geliyordu o yüzden. Çok tutamadılar Recai’yi, onun yerine kardeşlerini yatırdılar beşer onar yıl.

Recai beyninin yiyip bitiren o faşist mermi ile yaşamayı başardı bugüne kadar. Geçen yaz başında ziyaretlerine gittiğimde heyecanlandı, koşup not defterini getirdi. Dediğine göre “Devrimcinin El Kitabını” yazıyordu, heyecanlıydı. Halbuki kendine bakamayacak durumdaydı, aklı gidip geliyordu, önüne bir kap yemeği dışarıdan getiriyorlardı. Bunlara rağmen devrimden umudunu kesmeyi akıl edememişti. 

Birkaç gün önce kaybettik Recai’yi. Ülkenin ayaklı yakın tarihini götürüp İstanbul’un banliyölerinden birindeki mezarlık bozması bir yere bırakıp döndüler sessizce.

***

Sacit Şen’i ise 1982’de tanıdım. 12 Eylül’ün en karalık günleri. İstanbul İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nin daracık bir salonuna doluşmuştuk hep birlikte. Bir arkadaş gurubu içindeydik. İkimiz de “ziraatçı”ydık, rastlantı bu ya. O Gebze Ziraat Okulu çıkışlıydı, ben Halkalı Ziraat’tan terfi etmiştim buraya. Arkadaşlar Ziraat okulu ile Siyasal’ın bağını kuramamışlardı. Basitti halbuki, Ziraat’ın siyasallarıydık biz!

İkimiz de en alt sınıftan geliyorduk. Sacit’in babası bekçiydi, hırsız kovalarken vurup öldürmüşlerdi genç yaşında. Sadece annesi duruyordu arkasında. Ben de tekstil işçisi bir annenin çocuğuydum. Okula gidip gelecek otobüs parasını zar zor denkleştiriyorduk haliyle. Hep birlikte yoksulluğumuzu paylaşıyorduk ki müthiş bir şeydir. 

Karşılaştığımız o ilk günden sonra hiç ayrılmadık Sacit’le. Birbirimize yaslandık zor zamanlarda, birbirimizi sürükledik gittiğimiz her yere. Ben Toplumsal Kurtuluş’un yükünü omuzlayınca o da koşup geldi, derginin İstanbul ofisini çekip çevirmeyi üstlendi. Defalarca gözaltına alındı, itildi, kakıldı, tek bir gün şikâyet ettiğini duymadım. Biz cezaevine atılınca da koşuşturup durdu, geride bıraktıklarımızın bekçiliğini üstlendi gönüllü.

Sonra hayat gaileleri, ekmek kovalamacaları filan girdi araya. Evlenmeye karar verdi, bizim fikrimizi almak istiyordu, gördük onayladık! İki kızı oldu, İlkyaz ve Duru, ilkinin adını ben koydum. 

Hastalandı iki yıl önce. Hiç önemsemedi fakat, hiçbir şey olmamış gibi devam etti hayatına. Gelin görün ki işlerin ters gittiği belliydi. Son gelişinde bir bardak rakıyı zor içebildi. Oysa şehvetle severdi içmeyi. 

Geçen yılın Şubat’ında kaybettik Sacit’i de. TKP üyesi olarak veda etti hayata. Vasiyet etmişti bana, “cenazemi camiye götürmeyin, başımda imam istemem” diye. Annesini üzmek istemiyorduk fakat. Neyse kara kış yetişti imdada, öyle bir tipi var ki sokağa adımını atmak imkânsız. Zaten salgın da var. Kadıncağız gelmemeye ikna oldu zar zor. Biz de bildiğimiz gibi uğurladık Sacit’i, imamsız ve imansız.     

Karanlıkta kendi ışığıyla parlayan bir ateş böceğini daha uğurladık böylece. Aydınlık bir ülke düşü kaldı geriye...

***

Düşlerimiz ayakta tutar bizi, düşlerimizin izinden gideriz. Düşeriz, kalkarız, düşlerimizdir geriye kalan. Diyor ki büyük şair bize; 

“İşler atom reaktörleri işler
Yapma aylar geçer güneş doğarken
Ve güneş doğarken ben bir geceyi
Bir uzun geceyi gene uykusuz
Ağrılar içinde geçirmişimdir
Düşünmüşüm hasretliği, ölümü
Seni, memleketi düşünmüşümdür
Seni, memleketi ve dünyamızı
İşler atom reaktörleri işler
Yapma aylar geçer güneş doğarken
Ve güneş doğarken hiç umut yok mu?
Umut 
     umut 
            umut…
Umut insanda!”

Zor zamanlardan geçiyor ülke, iktisadi ve siyasi, derin bir krizin tam ortasındayız. Ülkemiz ilk gençliğimizden bu yana daha geriye gitti, halkımız daha bir yoksul, daha bir umarsız. 12 Eylül’ün ektiği karanlık büyüdü, genişledi çünkü.

Ama bu tarihin öğrettiği bir şey var bize, umut da insan da tükenmez. Kardelenler fışkırır umulmadık bir anda, Ayçiçekleri yüzünü güneşe döner o karanlıkta. 

Bir Kardelen ve bir Ayçiçeği öyküsüdür bu. Halkımızın ve vatanımızın yüzü suyu hürmetinedir ne yaşandıysa. Ve o Güneş orada durdukça direnenler de hep olacaktır.

Ve güneş doğarken hiç umut yok mu?

Umut Recai ve Sacit’te, umut düşlerimizde ve vatanımızda; Umut insanda!