Romanlar ne yapar? Harika bir şey. İç bakış ve iç değerlendirme yapmamızı sağlar. Yüz yıllar öncesinin bir roman karakteri üzerinden aynı çıkışsızlığı yaşayan başkalarını örnek alarak kendimiz olmaya sonsuz umutsuzluğumuza çare bulmaya çağırır.
Toplumun bir üyesi olmaya yatkınlıkla doğuyoruz. Bir başka deyişle insanlar olarak doğuşumuzdan ölümümüze son derece toplumsal varlıklarız. Şüphesiz ki içine doğduğumuz toplumsal düzlemin biçimlendiriciliğinde devinirken bir yandan birey olarak rastlaşmalarla, çakışmalarla, dışsal faktörlerin içindeki ışık çakımlarıyla, minik sorgulamalarla benliğimizi oluşturuyor, bu dünyadaki varlığımızın anlamını, gündelik yaşamdaki rutinlerin verdiği huzursuzlukla aramaya çıkıyoruz. Toplumsal kalıpların, bizleri sınırlandıran yapıların, kuşatan inanç ve geleneklerin, çepeçevre saran sembollerin örtüsünde yolumuzu bulmaya, içimize bakmaya ve becerebilirsek “neden” ve “nasıl”ları sormaya çalışıyoruz.
Soru sormayı becerebilmek önemli bir eşik. İşte bu yüzden sorgulamayı değil de boyun eğmeyi, razı gelmeyi, kabullenmeyi en baştan öngören tüm toplumsal sarmaldan; düşünce kalıplarından, inanç sistemlerinden uzak durabildikçe insan birey oluyor. Yoksa gerisi tebaalık, kulluk…
Bakmayı değil de görmeyi becerebilmek son kertede bir rastlaşma, etkileşim ve bir tercih elbette… Ama en önemlisi tercih seçeneklerle mümkün olabilir değil mi? Yanıtların gözlerinin içine dimdik bakabilmek bir başka çakışma ânı. Sessizliği, beklemeyi, durmayı ve düşünmeyi gerektiriyor. Sancılar yaşanıyor, acılar çekiliyor, kabuklar kolay kırılmıyor, alışkanlıklardan bir çırpıda sıyrılıp soyunulamıyor. Tercihler, seçenekler… (Tercih ve seçenek sözcüklerine bir kez daha baktım TDK’dan altını çizmek adına. Şöyle aktarmak istiyorum. Tercih: yeğleme. Seçenek: birinin yerine geçebilecek bir başka yol, yöntem, tutum, alternatif, opsiyon… Cebimizde dursun.) Buradan bir romana geçeceğim, ancak önce gündelik yaşamdaki karşılaşmalar, mümkünler üzerine biraz düşünelim. Bir sessizlik olsun ve ardından bir akademik alıntı yapalım.
Michael Gardiner, Gündelik Hayat Eleştirileri’nde sözünü etmiş:
“Gündelik hayat bizim doğayla dönüştürücü bir praksis içine girdiğimiz, yoldaşlığı ve aşkı öğrendiğimiz, iletişimsel becerileri edinip geliştirdiğimiz, normatif kavramları pragmatik biçimde formüle uyguladığımız, çok çeşitli arzuları, acıları ve duyguları hissettiğimiz ve eninde sonunda sönümlendiğimiz hayati önemdeki çevredir. Kısacası gündelik hayat hem bireysel hem de kolektif anlamda bizim kendi çok yönlü becerilerimizi geliştirdiğimiz ve tümüyle gerçek anlamda insan olduğumuz ortamdır.”
Georg Lukacs da eklemiş: “İster bir bilim insanı ister başka bir şey olarak ne yapıyor olursanız olun, işe her zaman gündelik hayata ilişkin sorularla başlarsınız.”
Romana geçelim o zaman. Joseph Roth’un Aylak Adam yayınlarından çıkan Radetzky Marşı sözünü ettiğim. 1932 yılında tamamlanmış kitap Almanca yazılmış en önemli yirmi romandan biri olarak değerlendiriliyormuş. Şöyle diyor kitabın çevirmeni: (Hakikaten özenli son derece iyi bir çeviriden okuyabildiğimiz için ayrıca kutlamak gerekiyor, zira dil bir harika… )
“Radetzky Marşı, çokuluslu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun önlenemez çöküşünü olağanüstü güzellikte bir dille anlatan hüzünlü bir hikâye. Joseph Roth, Radetzky Marşı’nda İmparatorluğun geleneklerinin nasıl yerle bir olduğunu dört kuşağı kapsayan bir aile dramı kapsamında anlatıyor.”
Roman zamanı I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesi… Habsburg Hanedanı’nın çöküşü çiftçilik yapan büyükbabanın gençliğinde 1859 Solferino Meydan Savaşı’nda, genç bir teğmenken savaş meydanında İmparator I. Fransz Joseph’in hayatını kurtarmasıyla başlıyor roman. Sıradan bir köylü olan teğmenin bu kahramanlığı sonrasında ayrıcalıklara kavuşması, kendisine baron ünvanı verilmesi ve bu soyluluk sanı nedeniyle başka bir hayata geçmeye zorlanması, iğretiliği, mizahi, hüzünlü eşsiz bir dil ve kurguyla anlatılmış.
İnsanın bir kitaba kendini kaptırması, elinden bırakamaması eşsiz bir deneyim. Dede Solferino Kahramanı ya da Bölge Valisi olan oğul Herr Von Trotta ile değil ama askerliğe zorlanan torun Teğmen Carl Joseph ile bütünleşiyorsunuz. Eski ve yeni, gelenek ve gelecek, Teğmen Carl Joseph’in bir türlü kendini bulamamasında, gelgitlerinde, donukluğunda, bunalımlarında, çıkışsızlığında, umutsuzluğunda kendini olabildiğince hissettiriyor. Bulanık, dağınık, tutuk, güvensiz, hareketsiz Carl Joseph bilinçsiz bir Oblomov. Başka türlü bir şeyler istemekte. Askerliği sevmiyor, yaptığı hiçbir şeyden, aslında kendisinden hoşnut değil. Her şeye yabancı, uyumsuz, ancak adım atmaya, üstündeki ölü toprağını silkip temizlemeye, taze hava almaya da mecali yok. Öylesine güçsüz, öylesine tatsız, öylesine mutsuz ki… Modern zaman Sisyphus’u adeta.
Teğmen Carl Joseph’in bitmek tükenmek bilmeyen rutininde, yazar, romanların en bilinen olay örgüsünden birini yaşama geçirmiş. Teğmen Carl Joseph Habsburg Monarşisi’nin hayaletleri ile baş etmeye gayret ederken hayatının nasıl şekil alması ereğini bulmaya çalışıyor. Kendini keşfetmeye girişiyor ama elinde geleneklerin dayatması çepeçevre sarmalandığı monarşik sistemin döngüsü ve kuralları ile hiç de seçeneği yoktur. Tercih yapacak durumda değildir, evet, elinde mümkün, olanaklı bir başka yöntem, tutum, alternatif, obsiyon yoktur ki… Preslenmiş, unufak edilmiş ve güdük bırakılmıştır.
Romanlar ne yapar? Harika bir şey. İç bakış ve iç değerlendirme yapmamızı sağlar. Yüz yıllar öncesinin bir roman karakteri üzerinden aynı çıkışsızlığı yaşayan başkalarını örnek alarak kendimiz olmaya sonsuz umutsuzluğumuza çare bulmaya çağırır.
Romandan bir bölümle son verelim, unutmadan bir de altta 1848’de baba Johann Strauss tarafından bestelenen Radetzky Marşı’nın bağlantıları var. Ben çok sevdim marşı, her farklı dinleyişimde Carl Joseph’in elinden tutup korkunç karanlığına çare olmak istedim. Carl Joseph’in bu marşa yüklediği anlamlar ve marşın sembolleri onun çıkışsızlığının da baş sorumlusuydu aslında.
““Kelimesi kelimesine alırsak, Krallık elbette henüz ayakta,” diye yanıtladı. “Hâlâ bir ordumuz var,” –Kont Teğmen’i gösterdi- “ve memurlarımız.” –Kont, Bölge Valisi’ni gösterdi- “Fakat içten içe dağılıyor. Dağılıyor, aslında dağıldı bile! Her nezlenin sağlığı açısından büyük bir tehdit oluşturduğu ve her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşan yaşlı bir adam, tahtta oturabildiği için tahtın sahibi olarak görülüyor. Ama ne kadar, daha ne kadar? (….) Bölge Valisi birkaç adım attı, yaşlı döşemeler ayaklarının altında gıcırdıyordu. Pencereye gitti ve jaluzinin aralıklarından koyu mavi geceden görebildiği dar şeritlere baktı. Doğanın tüm süreçleri ve günlük hayatın tüm olayları aniden tehditkâr ve algılanması güç bir anlam kazandı. Ağustosböceklerinin fısıldayan korosu, yıldızların yanıp sönmesi, gecenin ipek gibi maviliği, sınıra yaptığı seyahat ve Kont’u ziyareti, bunların hepsi anlamsızdı. Masaya geri döndü, kendisini biraz çaresiz hissettiği zamanlarda yaptığı gibi, elini favorisinin üzerinde gezdirdi. Biraz mı? Hiçbir zaman şu anda olduğu kadar çaresiz olmamıştı.”” (196)