"1970’lerin ortalarına doğru artık fazlaca büyümüş endüstriye karşı içeriden bir tepki doğdu. Mark Knopfler belki de bu içeriden isyanın bir parçası olacaktı."
Mark Knopfler 1973’de temelli bir şekilde Londra’ya taşındı. Taşınır taşınmaz da Brewers Droop adlı bir Pub Rock grubuna dahil oldu. Pub Rock aslında Rock ateşi içindeki bir isyandan doğdu. 1970lerin ortalarında büyük Rock grupları sahnelerde yerlerini almışlardı. Albüm satışları patlamış ve Rock patlamasıyla ilgili görsel ve yazılı basın da müthiş bir hızla büyümüştü. Kısacası Britiş Invasion artık kültürel hayatı gerçekten istila etmişti. Bu kendi başına muazzam bir kâr elde eden büyüyen bir endüstri demekti. Artık pub köşelerinde, sigara dumanı altında, yoğun alkol histerisine tabi bir şekilde sahne alan ve ikbal duvarının tuğlalarını tırmalayan küçük gruplar yoktu. Artık her bir albümü milyonlar satan, her bir konserine on binlerin geldiği, kendi fan grupları olan, bir sonraki adımda ne yapacakları çokça merak edilen büyük Rock grupları vardı. Kısacası Britiş Rock kendi Panteonunun en önlerine koyacağı büyük kült grupları bulmuştu. Britiş Rock kendi aristokrasisini yaratmıştı.
Bahsedildiği gibi büyük bir hızla büyüyen Britiş Rock aynı zamanda görsel temaşa konusunda da uzmanlaşmış ve her bir konser gerçek, büyük bir ayine dönüşü hale gelmişti. Konserlerde sadece grup ile seyirci bütünleşmiyordu, aynı zamanda bu kenetlenmiş topluluk, büyümenin yarattığı birikim ile finanse edilen, pahala bir sahneyi de paylaşıyordu. Ek olarak eskiden, yani Britiş Rock henüz emekleme aşamasındayken, o vakitler pek tanınmayan gruplar parasızlıktan ve olanaksızlıktan teknik ekipman eksiği olan, altyapısı yetersiz ve ucuz stüdyolarda kayıt yaparlardı. Oysa Britiş Rock zirveye çıktığında sadece bu türden müziğin kaydedildiği uzman, ve hatta ulus ötesi çalışan kayıt stüdyoları ortaya çıktı. Artık görkemli bir endüstriye has tüm unsurla vardı.
Örneğin Montreux’daki Montreux Gazinosu böyle bir yerdi. Burası hem bir konser salonu hem de kayıt stüdyosuydu. Önemli pek çok grubun yolu buraya düşecekti. Ancak bu mekan Rock tarihindeki en bilindik ve en ünlü parçalardan birinin yazılmasına yol açacaktı.
Rock tarihinde ve hatta genel olarak müzik tarihinde Deep Purple’ın “Smoke On the Water”ı kadar çalınan, tekrar edilen ve bilinen başka kaç parça vardır bilemem. Bu parçayı gitar egzersizi yapanlardan stadyum konseri verenlere, gitarı yeni öğrenmeye başlayanlardan büyük Rock gruplarına kadar uzanan geniş bir topluluk çaldı, hala da çalıyor. Hatta ülkemizde bu parçayı bağlamayla çalan pek çok kişiye da rastlarsınız. Dört notalık, blues etkisinin çok hissedildiği bu basit ve aslında düz parça Rock tarihindeki en olağanüstü şahikalardan biridir. Belki de muhteşemliğini basitliğinden ve göz kamaştırıcı sadeliğinden almaktadır.
1971’de Deep Purple ve Frank Zappa and The Mother Inventions (büyük Frank Zappa’yı da yad etmiş olalım) hem birlikte konser vermek hem de kayıt yapmak için Montreux Gazinosuna gelirler. Tam Frank Zappa ve grubu kayıt yaparken mekan alev alır. Rivayete göre “elinde işaret fişeği tabancası olan bir aptal” yanıcı maddeyle kaplı zemine ateş etmiştir (“Smoke on the Water”ın sözleri içinde “some stupid with a flare gun”, “elinde işaret fişeği tabancası olan bir aptal” ifadesi geçmektedir). Hem Deep Purple hem de Frank Zappa ve grubu derhal mekandan tahliye edilirler ve dışarıda giderek büyüyen yangını ve onu söndürme çabalarını izlemek zorunda kalırlar. Deep Purple yangını seyrederken bestelenir “Smoke on the Water”. Parça büyüleyicidir.
Neyse Pub Rock’a dönelim. Söylediğimiz gibi Britiş Rock artık bir endüstridir, ve her endüstri gibi kazanan ve kaybedeni, ileri gideni ve geride kalanı vardır. Nitekim 1970’lerin ortalarına doğru artık fazlaca büyümüş endüstriye karşı içeriden bir tepki doğdu. Mark Knopfler belki de bu içeriden isyanın bir parçası olacaktı. Pub Rock özelde hem Rock’ın köklerine geri dönme hem de sahne performansı açısından pubları yeninden canlandırma maçını taşıyordu. Küçüklerin büyüklere isyanıydı. Sahne temaşasına dönüşen Britiş Rock aynı zamanda bir garip sahne ritüeline de katlanmak zorunda kalıyordu. Adına Glam Rock denilecekti, sahnede yaşanan bir tür gösterişli ve kitsch dışavurumdu. Kadınsı ve fosforlu kıyafetler giyen, bol makyajlı erkekler (örneğin rahmetli David Bowie de müzik hayatına böyle başlayacaktı), ve bir tür sirke dönüşen sahne (bu tarz müziği icra eden biri o vakitler için “biz isyana karşı isyan ediyorduk” demişti). Pub Rock bir anlamda Glam Rock’a da tepkiydi.
Ayrıca daha önce bahsettiğimiz gibi sahne bir tür ayinin odak noktası olunca sahnedekiler de teşhir eden öznelere dönüştüler. Rolling Stones’dan sonra Rock grupları sahneyi bir tür katharsis öbeğine çevirdiler. Kendinden geçen, atlayıp zıplayan sanatçılar, bir tür Voodo ayinini anımsatan danslar ve figürler, beden hatlarını ortaya koyan giysiler ve dönemin saygın çekingenliğine veya muhafazakârlığına isyan eden uzun saçlar ve simgeler. İmgeler ve giyim yerleşik her türden sabitliğe (kilise, aile, devlet…) karşı meydan okumaydı.
Pub Rock bu gelişmelere yönelik bir tür karşı çıkıştı. Müzik yeniden küçük publara döndü, giyim kuşam daha az gösterişli ve hatta daha sıradan oldu (bu arada sanki buna eşlik eden Thatcherist muhafazakârlık da sökün ediyordu yavaştan). Sahnedeki tavırlar ise kendi yeteneğine ve verdiği mesajın derinliğine inanan sanatçının görsel sıradanlığını, ama aynı zamanda özsel yüceliğini yansıtır hale geldi. Böylece 1970’lerin ortalarından sonra kurulan gruplar daha sakin icra eden, daha aklı selim bir müzik yapan, ama Britiş Rock’ın devrimci ana hatlarından kopmayan bir çizgiye oturdular. Dire Straits de böyle olacaktı, Mark da. Mark Knopfler çağının ve Rock tarihinin en büyük gitar virtüözlerinden biri olacaktı ancak giyimi kuşamı her zaman basit kalacaktı. Onu ayırt etmememizi sağlayan şey her zaman dökülmekte olmasına rağmen uzattığı saçlarını kontrol altına alan saç bandı olacaktı. Her zaman çok sakin bir çalma tarzına sahip olacaktı. Müthiş bir müzik yapacaktı anacak bu müziği yaparken işini çok iyi yapmanın tevazuuyla bezenmiş bir sakinlik içinde olacaktı her zaman.
Brewers Droop bu tepkilerden biriydi. Mark ve ileride Dire Straits’in davulcusu olacak Pick Whithers bu grupta bir süre çalacaklardı. Ancak bu Rock grupları tüm ikballerini küçük publara bağladıkları için kısa süreli gruplar oldular her zaman. Grup çalarken çıkan tek bir albümleri vardır (Opening Time, 1972), ki bu albümde Knopfler yoktur. 1973’de The Booze Brothers’ın kayıtlarını yaparlar, bu albümde Knopfer üç parçada çalar. Bu ilk albüm girişimidir. Ancak bahsedildiği gibi Pub Rock grupları kısa ömürlüdür. The Booze Brothers’ın piyasaya sürülmesi 1989 yılını bulacaktır.
Mark Knopfler kısa ömürlü Brewers Droop dağılınca yeninden karın doyurma telaşına düşer ve öğretmenliğe geri döner. Artık Londra’da yaşamaktadır ve İngiliz finansal sermayesinin başkentinde yaşam çok pahalıdır. Dahası İngiltere artık stagflasyonun tüm emarelerini göstermektedir. Bundan sonra anılarından bolca yararlanacağımız Dire Straits’in bassçısı John Illsey 1970’lerin ortalarını İngiltere için hiç de hoş olmayan görüntülerle hatırlıyor: Muhafazakâr Heath hükümetinin stagflasyon karşısındaki dört yıllık acil eylem planı, sürekli grevler, güçlü sendikalar (Illsey sendika baronlarından pek dertli), derinleşen enflasyon, çöken sermaye piyasaları, elektrik kesintileri, işlemeyen bir ulaşım sistemi (bu arada kapitalizmin zirvesi İngiltere’den bahsediyoruz, fark ettiniz mi?), orada burada bomba patlatan IRA ve umutsuzluk. Illsey bu ortamda üniversitelerin daha da sola kaydığını belirtiyor (kendisi de bir süre bu akıma kapılmış gibi). Illsey okuduğu üniversiteye yakın bir yerde ucuz bir ev tutmuş ama ev kirasını tek başına ödeyememiş, bir ev ortağı ararken ortaya David Knopfler (Mark’ın kardeşi) çıkmış. Illsey sırtında gitarıyla eve taşındığı günü hatırlıyor. Sonra Dave gibi gitarla yüklü diğer kardeş, Mark, taşınır eve. Bu arada Mark hem öğretmenlik yapmakta hem de Cafe Racers isimli bir başka Pub Rock grubunda çalmaktadır. Böylece atılmış işte Dire Straits’in kökleri.
1977 gibi artık bir grup kurma fikri aynı evi paylaşan ve gailesiz, ama zor bir yaşam süren üçlüyü, David ve Mark Knopfler’ı ve Illsey’i oldukça cezbeder hale geldi. Eksik parça, davulcu ise, Mark’ın Brewer’s Droop’ta birlikte çaldıkları Pick Whithers tarafından tamamlandı. Grubun adı ile ilgili çok tevatür vardı ancak en geçerlisini yine Illsey anlatmaktadır. Hepsi de genel olarak parasızlık çeken ve genellikle mali darboğaz yaşayan dörtlü sonunda grubun adını yaşadıkları zorluktan çıkardılar: Dire Straits (Dar Boğazlar). Rock tarihinde geç bir doğumdur; grup doğduğunda klasik Britiş Rock artık dört bir yandan tehdit altındadır (Illsey Punk’ın yükselişini ve ona karşı duyduğu antipatiyi dile getiriyor). Ancak geç doğum kötü doğum değildir. Kendine has tarzıyla Rock tarihinin en büyük gruplarından biri doğmuştur sonuçta.
Fakat ilk başlarda durum pek iç açıcı değildir. Çevre kasabalarda ve küçük konser salonlarında verilen konserler sert bir yaşam mücadelesine işaret etmektedir grup için. Küçük bir araca sığışıp, aletleri de aracın üstüne bağlayarak ya da aracın içine tıkıştırarak seyahat ettikleri günlerdir o vakitler, grup üyelerinin bir bölümü metroyla ya da trenle seyahat etmek zorundadırlar. Ancak Illsey keyifle anmaktadır. Ortada yapımcı şirketler, albüm listeleri, menajerler yoktur henüz ve keyifli zamanlardır. Bu arada patlamayı yaratacak albümün parçalarını hazırlamaktadırlar ancak paraları yoktur stüdyo kaydı için. Tam da bu sırada Illsey’in dedesi ölür ve dedesinin mirasından 500 pound düşer Illsey’in payına. Bu para Dire Straits’i yaratacak ilk demo kaydı için harcanır. Illsey bu küçük demo kasetini geleceğe götürecek pasaport olarak adlandırır. Bu demoda ilk albümde de yer alacak “Sultans of Swing”, “Wild West End”, “Water of Love”, “Down to the Waterline”, bir de David Knopfler’a ait “Sacred Loving” vardır. Ancak şansları yaver gider. Ünlü bir radyo müzik programı yapımcısı ve sunucusu “Sultans of Swing” i pek beğenir ve ulusal düzeyde yayınlanan programında defalarca çalar parçayı. Sonrası menajerler, turlar ve Dire Straits albümünün kaydedilmesi ve piyasaya sürülmesi. Dire Straits yolculuğu başlamıştır artık.
Dire Straits albümü aslında dönemin geri çekilmeye başlayan Rock’ı için yeni bir nefesti. Daha önce single olarak piyasaya sürülen “Sultans of Swing” bir anda tüm müzik radyo kanallarında hit oldu, sürekli dönmeye, çalınmaya başlandı. Ancak albüm başka bir meseleydi. Dire Straits albümü sonraki dört albümün önceli, ve onlarda geliştirilecek temaları içeren bir albümdü. Başlarda pek de ciddiye alınmadı. Zaman içinde tadını ve kıvamını bulan şarap gibiydi. Satışları iyiydi ancak Mark Knopfler’a yönelik eleştiriler geldi hemen. Kimileri onun gitar tarzını Clapton ile J.J. Cale’in (onu da anmış olalım, 2013’te göçtü gitti) kırması, vokalini ise Bob Dylanvari görüyorlardı. Ancak yanılıyorlardı, pek tabi ki sanat tarihinde mutat olduğu üzere büyük gelişmeler başta imitasyon ile, öykünmeyle başlarlardı. Bu herhalde bir nebze Mark Knopfler için de geçerliydi. Ancak zaman içinde kendi tarzını oturtunca ne Clapton’dan eser kaldı ne de J.J. Cale’den. Dire Straits albümü aslında özellikle Mark ve David’in New Castle, Leeds ve Londra’da geçen çocukluklarından ve gençliklerinden anılar içeren parçalarla süslenmişti. Parçaların pek tabi ki çok büyük bir bölümü Mark tarafından bestelenmişti (öyle olacaktı her zaman, onun bu baskın yaratıcılığı 1992’de belki de grubu dağıtacak ana unsur olacaktı).
Dire Straits’in eleştirmenleri Mark Knopfler’ın grup içindeki bu baskınlığını her zaman mevzu haline getireceklerdi. Aslında bu ısrarcı vurgunun Britiş Rock tarihinden kaynaklanan bir dayanağı da vardı. Amerikan Rock’ı ile Britiş Rock’ı arasında grup formasyonu açısından bir fark her zaman vardı. Amerikan Rock’ında (country kökenli Southern Rock dışarıda bırakılırsa) grup önemsiz, bireyler, yıldızlar önemli olagelecekti her daim. Janis Choplin pek çok grupla çaldı ancak o grupları kimse hatırlamaz. Keza aynı durum aziz Jimmy Hendrix için de geçerliydi. Hedrix’in grupları oldu ama o gruplarda kimler çaldı, kimse hatırlamaz. Doors grubu büyük bir gruptu ancak herkes Doors’tan çok vokali Jim Morrison’u tanır hale geldi. Amerikan tarzında bireyler yıldızlaştı, gruplar önemsizleşti.
Oysa Britiş Rock daha baştan beri grubun, grup üyesi bireylerden daha önemli ve kalıcı olduğu bir hat tutturdu. Daha kolektivist olduğu açıktı. Deep Purple’un kadrosu sık sık değişti. Black Sabbath da aynı kadere sahip oldu. Jethro Tull, Judas Priest ve hatta bir yere kadar Pink Floyd bile kadroların sıkça değiştiği gruplar oldular. Bireyler değişti ancak gruplar kaldı. Gruplar ekolleşti, okullaştı. Ve hatta bireyler grupları değil, gruplar bireyleri seçtiler. Gruplar, futbol geleneği güçlü ve futbol holiganizmi canlı İngiltere’de, futbol takımlarına benzer yapılara dönüştüler. Örneğin Deep Purple’un büyük vokali Ian Gillian, Deep Purple’dan koptuğu bir dönemde Black Sabbath’a katıldı ve hatta grupla bir albüm çıkardı (Ian Gillianlı Born Again gerçekten de grubun en kötü albümüdür), ancak grubun konserlerinde yuhalandı, çünkü o başka bir grubun vokali idi. Başka bir takıma, başka bir mahalleye aitti. Grubun bekası bireylerin kariyerlerinden önce geldi her zaman. Gerçekten Dire Straits buna bir istisna gibi durdu her zaman.
Devamı haftaya…
Not: Bu yazıyı da birkaç parça önerisi ile bitirelim. Girişteki foto Dire Straits’in Durham Üniversitesi’nde 1978’de verdiği konserin posteri.
- J. J. Cale – Passion
https://www.youtube.com/watch?v=jH53PaefvEg&list=PL6E722B9EB1B007F1&index=19 - Frank Zappa – Occam’s Razor
https://www.youtube.com/watch?v=dp93bcp4HCM&list=PL2B1pJtmgd8B6MlOddpULaLbTdEncOWj4&index=13 - Dire Straits – Telegraph Road
https://www.youtube.com/watch?v=_D1PtJiat3g