"Gelişmiş kapitalist ülkelerde 60’ların sonu ile 80’lerin başı arası bir tür açık sınıf savaşımı ortaya çıktı. Britiş Hard Rock’ın en olgun biçimi aslında bu sınıf savaşının göbeğinde ortaya çıktı."

Portreler VI: Mark Knopfler – Elektro Gitarın Şairi VII

Knopfler 1970’de Leeds Üniversitesi’ne kaydoldu. Bahsedildiği Knopfler’ın yükseköğretime başlamasından hemen önceki yıllar iki anlamada önemliydi. Birincisi 1968’in ruhu İngiliz üniversite gençliğinin de üzerinde dolaşıyordu, kampüsler bir tür devrimci histeriyle yanıp duruyordu. Vietnam, ulusla kurtuluş savaşları ve kendisini giderek hissettiren kapitalizmin sistemik/yapısal krizinin belirginleşmeye başlayan toplumsal etkileri; tüm bunlar ateşi körüklüyordu. İkincisi ise Britiş Hard Rock en olgun formuna bürünüyordu, Rock tarihçilerinin deyimiyle “British Invasion” dolu dizgin ilerliyordu. 

Öncelikle kriz. Keynesyenizm ve refah toplumu kapitalizmin genel sistemik eğilimlerine karşı verilmiş zorunlu bir molaydı, ve bu dönemde kapitalizm her türden refah göstergesi açısından tarihindeki en iyi performansı gösterdi. Amerikan emperyalizminin küresel kapitalizme empoze ettiği yapı hem Amerikan kapitalizminin sorunlarını, hem de savaşın mahvettiği diğer gelişmiş kapitalizmlerin sorunlarını çözdü, ve hatta azgelişmiş kapitalist ülkeleri bile yüksek hızla büyüten bir dinamiği yarattı. “Kapitalizmin Altın Çağı” gerçekten bugün bile kapitalizmin sulu gözlü reformcularını kendine çeken mitolojik bir aura yarattı. Kapitalizm reforma tabi tutularak daha hakkaniyetli kılınabilirdi. Dahası bu görece hakkaniyetli kapitalizm imgesi Sosyalizmin yaptığı tam saha presi bir nebze hafifletti. Ancak mevzu konusu kapitalizmdi, yapısal olarak krize eğilimliydi; tüm büyü 1960’ların sonunda bozulmaya başladı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde kârlılık göstergeleri önce duraklamaya, sonra da düşüşe işaret etmeye başladılar. Karanlık bir gölge emperyalist merkezlerde peydahlandı, sonra tüm kapitalist dünyayı örtmeye başladı. Sermaye ise herhangi bir krizde ne yapıyorsa aynısını yaptı ve krizin tüm maliyetin emekçilere ve toplumun çalışan sınıflarına yıkmaya çalıştı. Ancak Keynesyen refah devletinin normları ve gelişmiş kapitalist ülkelerde bile solun gücü maliyeti yükleneceği beklenen grupların kolay pes etmeyeceğine işaret ediyordu. Nitekim gelişmiş kapitalist ülkelerde 1960’ların sonu ile 1980’lerin başı arası bir tür açık sınıf savaşımı ortaya çıktı. Britiş Hard Rock’ın en olgun biçimi aslında bu sınıf savaşının göbeğinde ortaya çıktı. Benliğinde, satır aralarında, açık ve gizil mesajlarında bu savaşın etkilerini taşıdı her zaman. Tanrıya, devlete, majestelerine, yerleşik kültür kodlarına, kurumlara, ahlak kurallarına tepki aslında bu savaş akılda tutulmadan anlamlandırılamaz. 

İkincisi ise Britiş Hard Rock’ın titanı gruplarının doğumu, Knopfler’ın üniversite eğitiminin öncesine denk geldi. Sanki verimli bir topraktı, her bir paçasından pıtrak gibi yeşeriyorlardı. Yıllar sonra verdiği röportajlardan birinde Deep Purple’ın yaratıcı ve usta gitaristi Ritchie Blackmore tam da böyle bir ortam tanımlayacaktı. “Bir pubda biz çalıyorduk, karşıdakine Led Zeppelin, yandakinde ise…” diye devam etmişti Blackmore.  Her bir pub, her bir müzik salonu Rock tarihine geçecek bir grubu barındırıyordu; bir tür müzikal devrimdi. Bu ortam gigantik grupları getirdi. 

Jimmy Page (gitar), Robert Plant (vokal), John Paul Jones (bas gitar) ve John “Bonzo” Bonham (davul)’dan oluşan Led Zeppelin 1968’de Londra’da kuruldu. Yine Londra’da 1968’de Rod Evans (vokal), Nick Semper (basgitar), John Lord (klavye), Ritchie Blackmore (gitar), Ian Paice (davul) birlikte Deep Purple’ı kurdular. Gruba daha sonra Evans’ın yerine Ian Gillian, Semper’inyerine de Roger Glover katıldı; böylece grubun efsane kadrosu ortaya çıktı. Aynı yıl bir işçi kenti olan Birmingham’da Tony Iommi (gitar), Geezer Butler (bas gitar), Bill Ward (davul) ve “Ozzy” Osbourne (vokal)’dan müteşekkil Black Sabbath kuruldu. 

Black Sabbath üzerinde biraz durmak gerekiyor. Tüm Rock tarihçilerine göre grubun yarattığı sound ve müzik Metal müziği yaratmıştır. Kısacası Sabbath patika açıcı bir gruptur. Yukarıda adı geçen ve aşağıda zikredilecek diğer büyük gruplar da pek tabi ki hem Rock hem de müzik tarihi açısından çok önemlidir; ancak Black Sabbath nevi şahsına münhasır bir gruptur. Müziği ve yarattığı riffler aslında kolektif bir çabanın ürünü olsa da ağırlıklı olarak gitarist Iommi’nin imzasını taşımaktadır. Daha doğrusu tüm bunları sahip olduğu yapısal bir kısıtı muazzam bir yaratıcılığa dönüştüren efsanevi bir gitariste borçludur grup. 

Tony Iommi İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Birmingham’da dünyaya geldi, içine doğduğu işçi şehri aynı zamanda suç oranlarının pek yüksek olduğu bir kentti. Küçük yaştan gitar çalmaya başladı (pek çoğu gibi). Erken yaşta bir metal fabrikasında çalışmaya başladı, emekçileşti. 17 yaşında tüm müzikal yaşamına yöne verecek iş kazası gerçekleşti; kazada sağ elinin orta ve yüzük parmaklarını kaybetti. Solaktı, ve bu iki parmak akor basarken en önemli parmaklardı. Ona “bir daha çalamazsın” denildi. Ancak o iki parmak için metalden özel kılıflar yaptırdı, anlattığına göre bu kılıflara alışırken çok acı çekti. Parmaksız gitarist hissedemediği takma kılıfları kullanırken diğer gitaristler gibi oynak, yaygın ve çeşitliliği olan bir müzik üretmek yerine mecburen derinliği ve soundu yüksek bir tını üretmek zorunda kaldı. Böylece Black Sabbath’ın sert, yoğun ve Davudi sesi ortaya çıktı. Bir olanaksızlık, güzide bir olanak yarattı. 

Emekçi Iommi galiba emekçi köklerini hiç unutmadı, Sabbath ünlü olma yoluna girdiğinde parmaklarını koparan fabrikada emekçi yoldaşlarına özel bir konser verdi (öyle rivayet edilir). Grubun nerdeyse tüm üyeleri işçi sınıfından gelmedir; onlar doğduğunda Birmingham İngiliz Sanayi Devrimi’nde sahip olduğu büyük ışıltının son huzmelerini yaymaktaydı. Grubun tüm üyelerinin Katolik ailelerden gelmesi de ayrıca bir kenara not edilmelidir. Ekserisi Protestan olan bir ülkede Katolik olmak ve hakkaniyetsiz, sömürüye dayanan bir dünyada işçi olmak; grubun müziğinden fışkıran öfkeyi bu ikisi açıklayabilir galiba. 

Devam edelim. Aslında 1963’de kuruldu, ancak müziğinin yerleşmesi, olgunlaşması ve damga vuracak bir grup olmak için 1965 yılını bekledi Pink Floyd. O da Londra’da kuruldu. Ancak diğer büyük Rock gruplarına göre daha farklı bir sosyolojik kökenden geliyordu. Grubu oluşturanlardan Syd Barrtett, David Gilmour, Nick Mason,Richard Wright  genellikle yüksek eğitimli nitelikli kamu emekçisi ailelerden geliyorlardı. Sonra gündelik hayattan çekilerek kayıplara karışacak olan Barrett Cambridge’de doğdu ve ünlü bir patoloğun oğluydu (grup Wish You Were Here’ı onun için yazacaktı). Keza David Gilmour da Cambridge doğumluydu ve babası Cambridge Üniversitesi’nde zooloji profesörüydü. Nick Mason profesyonel bir belgesel yapımcısının oğluydu, ve Richard Wright ise yine öğretim üyesi bir babaya sahipti. Pink Floyd’un daha derinlikli ve daha entelektüel müziğinin sağlam kökleri vardı. Nitelikli emekçi kitlelerin hem kültürel dünyalarının hem de yönelimlerinin niteliksiz emekçilerin yönelimlerinden farklılığı Pink Floy’un psychedelic müziğini yaratan asli unsurdu. 

Bir arada yiğit aydın ve sanatçı Roger Waters için verelim. Bugün Gazze’deki Siyonist/faşist katliama karşı duran cephenin en önlerinde yer almaktadır. Waters Pink Floyd içinde niteliksiz emekçi kökenli tek kişiydi. Babası Eric Waters (ki o da İşçi partili bir madencinin oğluydu) hem koyu bir Katolik, hem de Komünist Parti üyesi bir öğretmendi. 1944’de Anzio’daki kanlı muharebede Nazilere karşı savaşırken öldü. Öldüğünde Roger Waters daha beş aylıktı. 

1968 pek verimli bir yıldı anlaşılan. Gitarist Robert Fripp, davulcu Michael Giles, Greg Lake, Ian McDonald ve Peter Sinfiled Londra’da King Crimson’ı kurdular. Progresif Hard Rock’ın kült grubu böylece doğmuş oldu. 1967’de yine İngiliz Sanayi Devrimi’nin beşiklerinden biri olan Lanchashire’da, Backpool’da Ian Anderson ve arkadaşları diğer bir titanik grubu, Jethro Tull’ı kurdular. Yes 1968’de, Trapeze 1969’da kuruldu. Peter Gabriel, Mike Rutherford, Tony Banks ve Anthony Phlips 1967’de Surrey’de Genesis’i kurdular. 1970’de Emerson, Lake& Palmer ve Supertramp doğdu. Daha pek çokları bu zaman aralığında kuruldular. Bahsedildiği gibi bir tür müzikal devrimdi. 

Rock devrimci, çok yönlü bir müzikal platformdu. Aslında üzerinde yükseldiği müzikal temel, altyapı oldukça basitti. Caz’ın giderek derinleşen ve sofistike olan altyapısına, ve Blues’un giderek artan çeşitlemelerine tezat teşkil edecek derecede basit bir müzikal altyapıya sahipti. Ancak herhalde tüm avantajı da buradan geliyordu. Bu basit ancak özümsemeye açık platform 1970lerin Britiş Hard Rock devrimini kendine has kıldı. Bir torba açtı, psychedelic öğeler, Blues ve Caz’a ait temalar, folk müziğe has tınılar, klasik müziğe ait müzikal bileşenler, bu torbanın içine doluştular. Ancak bu torbadan kimliksiz bir çorba yerine kişilikli bir müzikal devrime ait bir bütünlük çıktı. Kafa emekçilerinin kapitalizmden duydukları tiksintinin dışa vurumu olan ve hiççiliğe (nihilizme) varan psychedelic ile sıradan işçi sınıfının en doğal tepkisini anıştıran gürültülü tınılar, Britanya topraklarına ait folk öğeler, Kelt, İskoç, İngiliz, Galli veya İrlandalı halk ezgileri, Bach ve Beethooven’i anımsatan Barok veya Klasik tınılar, Nepal ve Hindistan’dan getirilmiş esrik ve mistik melodiler (Led Zeppelin); tüm bunlar müzik tarihinin en üretken ve en devrimci platformunu yarattılar.

Ancak bu müzikal devrim, Britiş Hard Rock devrimi kendine has niteliklerle doğdu. Öncelikle burjuva dünyasının sulu sepken melodrama meyilli kültürel yapısına, ve kapitalizmin yarattığı sahte gündelik ve kişisel ilişkilerine inat Hard Rock romantik ve melodramatik öğelerden uzak durdu. Örneğin Britiş Hard Rock özellikle pop türünden süprüntü türlerin gündeminin en temel öğeleri olan bireysel aşk, romantizm, aşırı neşe türünden temalardan özelikle kaçındı. İkicisi, müzik doğarken içine doğduğu toplumsal ortamın belirleyenleriyle doğdu. Mesela bunca yıllık tarihi içinde genellikle erkek egemen kaldı. Bahsedildi, özellikle beyaz İngiliz işçi sınıfının kültürel öfkesinin dışavurumu olarak doğduğu için ve İngiliz işçi sınıfı erkek egemen bir yapı olageldiği için bu çok anlaşılır bir durumdu. Üçüncüsü, Britanya’da doğması ve yine beyaz İngiliz işçi sınıfının damgasını taşımasından dolayı tüm tarihi boyunca beyazların egemenliğinde bir müzik olageldi (Jimmy Hendrix’i ve birkaç kişiyi daha dışarıda tutarsak aynı durum Amerikan Hard Rock için de geçelidir). 

Son olarak bir kültürel üretim aracı olarak müzik endüstrisiyle ilişkisi ile ilgili önemli bir noktanın altını çizelim. Müzik endüstrisinde yapımcıların ve menajerlerin müziğin formunu, kalitesini ve içeriğini piyasanın gerekliliklerine göre yönetmeye eğilimli oldukları bilinen bir gerçektir. Pop, R&B, rap ve diğer müzik türlerinde özellikle müzisyenlerin belirli bir noktaya kadar kendilerini plak firmalarının, yapımcılarının ve menajerlerin yönetimine bıraktıkları açıktır. Bazıları bu baskıdan hiç kurtulamadılar; Elvis gibi zavallılar eninde sonunda bu baskıya direnemedikleri için yok olup gittiler. Aynı türden bir baskı daha önce de bahsedildiği gibi, Beatles için bile geçeliydi. Bu baskının Britiş Hard Rock nezdinde aşılmasında Rolling Stones çok etkili oldu. Hard Rock gruplarının muazzam sahne performansları ve ürettikleri müziğin özellikle genç kuşaklar içindeki tepkiyi harekete geçirmesi her grubun kendine has bir fanlar ordusunun doğmasına yol açtı. Üstelik bu gruplar giyim tarzları, yaşam tarzları ve hatta sahnedeki davranışlarıyla bu bağımlı dinleyici ve fan kitlesini büyüttüler. Dahası sahne performansları ve sahnede icra ettikleri müzik grup ve dinleyicilerini bir tür bütünleşik ilkel topluluğa dönüştürüyordu. Sahne performansları sırasında grup ile dinleyiciler bütünleşerek kolektif bir ayinin parçaları haline geliyorlardı. Bu yoldan her büyük grubun sınırları ve kıtaları aşan büyük dinleyici ve fan toplulukları ortaya çıktı. Gruba karşı kırılamayacak bir sadakat bağıyla bağlı bu büyük dinleyici kitleleri hiç kuşkusuz grubun albümünün müzikal kalitesine ve nasıl pazarlandığına giderek daha az bakar hale geldiler. Bir büyük Rock grubu için birileri bir zamanalar “tükürseler satıyor” demişti. Haklıydı. Geniş ve sadık bir dinleyici/fan topluluğu büyük Rock gruplarını plak firmalarının ve yapımcıların kıskacından ve baskısından kurtardı. Tam tersine bu büyük gruplar, müzik endüstrisini kitleleriyle iletişim kurdukları basit bir iletişim aracına çevirdiler. Bunun kendisi bile bir devrimdi. 

Bu ortamda Led Zeppelin müziğin içeriğinden albüm kapaklarına kadar her şey için kendi başına karar veren bir grup haline geldi. Deep Purple albümlerin müzikal içeriğine kimseyi karıştırmayan bir gruba dönüştü. Pink Floyd bu yolda en fazla mesafe kat eden grup oldu. Özgürleştikçe politikleşen bir grup oldu. Böylece 1983 tarihli The Final Cut albümünü bütünüyle Falkland Savaşı’nın ve işçi düşmanı Thatcher’ın politikalarının eleştirisine ayırdılar. Bu özgürlük daha sonrasında şirket mantığıyla kendi kendilerini yöneten grupların da doğmasına izin verecekti. Örneğin Iron Maiden albüm kapaklarının satışından, baskı tişörtlerin üretimine, albüm kapaklarıyla ilgili oyuncakların dağıtımına kadar her şeyi kontrol eden bir şirket-müzik grubuna dönüştü. Bu başka bir müzik türüne nasip olmayacak bir özgürleşme süreciydi. 

Knopfler 1970’lerin başlarında Leeds Üniversitesi’nden mezun olduğunda Birtiş Hard Rock devrimi tam istim üzerindeydi. O aynı zamanda daha okurken bir yerlerde öğretmenlik yapmaya da başlamıştı. Üniversite eğitimi sürerken kendi grubuyla barlarda/publarda çalmaya devam ediyordu. Üniversite bitince bir karar vermesi gerekti. Aslında kararı İngiliz kapitalizmin yaşadığı stagflasyon verdi. Aldığı ücret çok düşüktü ve geçinemiyordu. İşi bıraktı; tası tarağı toplayarak Londra’ya geldi. Kendini müziğe vermeye hazırdı. Ancak daha önünde çetin bir yol vardı. 

Devamı haftaya…

Not: Üç büyük gruptan üç örnek

1)    Led Zeppelin, When the leave breaks https://www.youtube.com/watch?v=XL1BDku3GLM
2)    Deep Purple, Child in Time, 
https://www.youtube.com/watch?v=UEjAaLu8Dhs
3)    Black Sabbath, Paranoid,  
https://www.youtube.com/watch?v=q9-2NCZLUv0