Büyük dalga bazen üstüne konan küçük sinekleri de yutardı; nitekim Gregor üstüne konduğu büyük dalganın içinde boğulacaktı.  

Portreler V: Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur VII

Avrupa İç Savaşı: Arka Plan 

Gregor’un hikayesi sona ermek üzere; ancak Avrupa faşizminin hikayesi daha uzun soluklu. Gregor’u da telef eden tarihsel eğilimi nasıl anlamlandırmak gerekir acaba? Faşizmi gizil halden açık hale getiren şartlar nelerdi? Faşizmin tarihsel bir anomali olmak yerine sermaye ve mülk sahiplerinin uzun erimli çıkarlarının bedenleşmiş hali olarak kapitalist devletin bir momenti olduğunu daha iyi anlayabilmek için bu sorulara cevap vermek gerekiyor galiba. Bu nedenle Gregor’u hemen tarihin mezarlığına göndermek yerine biraz daha yaşatmak gerekiyor. 

Çok az sayıda tarihçi bu şekilde adlandırmayı tercih etmektedir; I. Dünya Savaşı’nın sonu ile II. Dünya Savaşı’nın başı arasında Avrupa’nın siyaset koridorlarında, sokaklarında, düşünsel dünyasında ve bireylerin zihinlerinde yaşanan kaotik çatışmayı kıtasal bir iç savaş olarak adlandırmak mümkündür. Böyle adlandıran az sayıdaki tarihçi bahsedildiği şekilde adlandırılması konusunda hemfikirler, ancak miladı ve nihayetinin tarihleri konusunda anlaşamıyorlar. Biz de kendi tercihimizi belirtelim; bize göre bu iç savaş 1917 Ekim’inde başlamış ve 1941 Haziran’da bitmiştir. Daha net olmak gerekirse, Bolşevik Devrimi ile başlamış ve Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçtiği anda bitmiştir. Bir dış savaş biterken başlamış, bir diğeri başlarken bitmiştir. 

Ancak hemen itiraz gelebilir. İç savaş enikonu belirli bir devletin siyasi sınırları içinde tezahür eden bir olgudur; nasıl olur da pek çok devleti içeren bir kıtanın genelinde gerçekleşebilir? Aslında alışılmadık bir yargıya yönelik yerinde ve beklenir bir sorudur bu. Öncelikle iç savaşın en baskın ve en kronik formunun sınıflar savaşı olduğunu belirtelim. İkincisi iç savaşın ilan edilmeden başlayan ve dış savaşın aksine herhangi bir hukuksal, siyasal anlaşmaya ya da centilmenlik anlaşmasına gerek duymadan biten bir savaş olduğunu da vurgulayalım. Üçüncüsü, eğer sınıflar savaşıysa, farklı coğrafyalardan ve ülkelerden, sermaye, servet ve mülk sahiplerinin sınırları aşan ittifaklar ve koalisyonlar kurabilme kapasitelerinin yüksek olduğunu da vurgulayalım.

Bu sonuncusu işçi sınıfı açısından trajik ve ironik bir yargıdır. Biz genellikle toplumsal ve sınıfsal çıkarları dolayısıyla işçi sınıfının diğer tüm sınıflara göre enternasyonalize olmaya daha yatkın olduğunu varsayarız. Aslında uzun vadede bu doğru bir tespittir; işçi sınıfının bedeninde ve genetiğinde bu eğilim gömülü bir halde sürekli olarak vardır. Ancak bunun pratik bir düzlemde tayin edici bir şekilde ortaya çıkabilmesi için dışarıdan müdahale şarttır. İşçi sınıfının doğumundan bu yana zihnine işlenen ulusal kimlik ve aidiyeti aşması her zaman kolay olamamaktadır. Özellikle ulusal veya diğer sınıf dışı kimliklerin baskın bir şekilde empoze edildiği dönemlerde ne yazık ki bir ülkenin işçi sınıfını başka bir ülkeden sınıf kardeşlerini katletmeye itmek kolay hale gelmektedir. 

Oysa sermaye ve mülk sahiplerinin gerçek anlamda ulusal aidiyete sadakatleri oldukça pragmatik ve esnektir. İşçi sınıfının tarihsel misyonuna sadık olmaya en yaklaştığı yerlerde sermaye ve mülk sahipleri ulusal sadakatlerini sermaye ve mülklerini korumak için kolayca terk etme konusunda oldukça deneyimlidirler. İki savaş arası dönemde Avrupa sathında bu sınıfların kıtasal bir dayanışma ağı oluşturduklarını kabul etmemiz gerekiyor. Avrupa faşizmi bu dayanışma ağının siyasi dışavurumudur.  

Son olarak da, Avrupalı sermaye ve mülk sahiplerinin kolektif korkusu kendi devletlerini var olan tüm siyasi ve hukuki anlaşmaları ihlal edecek veya yok sayacak noktaya getirmiştir. Böylece iki savaş arası dönemde Avrupa ülkelerinin pek çoğunda, örgütlenme ile ilgili zorluklar yaşayan Komünist Enternasyonal’in çaresizliğine inat, kudretli bir anti-Komünist enternasyonal doğmuştur. Örnek olsun Nazilerin Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırısına Nazilerin askeri olarak işgal ettiği ve müttefiki olan tüm ülkelerin faşistleri, sağcıları katılmıştır (İtalyanlar, Fransızlar, Hırvatlar, Holandalılar, Belçikalılar ve diğerleri). Barbarosa Operasyonu bir tür Haçlı Seferi’ne dönüşmüştür.   

Lenin ve Bolşevikler Ekim Devrimi’ni başlarda Batıda kopacak asıl devrimin tetikleyicisi gibi görmekteydiler. Ancak beklentileri gerçekleşmedi. Alman Devrimi yenildi, kısa süreli Macar Sovyeti ise çabucak ezildi. Böylece sadece sonuçlara bakarak bu beklentinin gerçekleşmeyeceğini anlayan Bolşevikler maksimalist bir beklentiden minimalist bir beklentiye sürüklendiler. En azından Sovyet Devrimi’ni belirli bir koruma duvarının arkasına çekecek bir stratejiyi hayata geçirmek durumunda kaldılar. Sovyetler Birliği’nin sınırlarında anti-emperyalist burjuva rejimlerini tesis etmeye çalıştılar. Özellikle de Asya’nın azgelişmiş ancak İngiliz emperyalizminin egemenliği altında olan uluslarına yönelik yeni bir stratejiydi bu. 

Oysa Avrupa’da sonuç alınamasa da Avrupalı sermaye ve mülk sınıflarının obsesyonları tetiklenmişti bir kere; bu sınıflarda kaygı bozukluğu baş göstermişti. Üstelik onların bu kaygılarını besleyen pek çok vaka gerçekleşmişti. Daha savaş bitmeden Alman, İngiliz ve Fransız ordularında sıradan askerlerin bir bölümü emperyalist bir savaşta, emperyalistler için savaşmak istemediklerini ilan etmişlerdi. Silahlı askerlerin, gerici ve kurulu düzene sadık orduların emir-komuta zincirini yok sayan ya da onları bertaraf eden sovyetik örgütlenmeleri kuşkusuz sermaye ve mülk sahiplerini korkutmuştu. Söz konusu olan başka bir kurum değil, bilfiil bu sınıfların tarihsel ve siyasal olarak en güvendikleri kurum olan ordu idi. Dahası savaş bitmeden cephe gerisinde grevler patlamış, bazı yerlerde köylüler Rusya’da olduğu gibi kafalarına göre topraklara el koymaya başlamışlardı. Mülkiyet kutsaldı, kutsala yönelik bir saldırı başlamıştı. 

Savaş bittiğinde ise Avrupalı kapitalist devletlerin büyük bir bölümü içeride çıkacak herhangi bir huzursuzluğa müdahale edemeyecek kadar zayıf ve kırılgandılar. Nitekim bazı yerlerde onların bu kırılganlığı ve çaresizliği ortaya çıkan yerel sovyetlere devlet müdahalesini imkansız kıldı. Örneğin İtalya’da 1919 ile 1920  yılları “Kızıl Yıllar” (biennio rosso) olarak adlandırılmaktadırlar. Nedeni ise Kuzey İtalya’da, özelde ise Milano ve Torino’da kurulan işçi sovyetlerinin pek çok fabrikaya el koymuş olmasıdır. Bu dönemde hem sendikalı işçi hem de grev sayısı çok büyük oranlarda artış gösterdiler. Aynı anda özellikle de Kuzey İtalya’da köylüler büyük toprak sahiplerinin topraklarını yağmalıyorlardı. Keza başarısız olsa da, Alman Devrimi de (1919-1923) kıta sathında sömürgen sınıflar nezdinde korkuyu üst düzeye çıkarmıştı. Ayrıca 1919’da kısa süren ancak özellikle Doğu Avrupa’nın gerici toprak sahibi sınıflarını alarma geçiren Macar Sovyeti onların Nazi yörüngesine girmelerinin önünü açacaktı. 

İşlerin daha az şiddetle yürüdüğü örneklerde bile işçi sınıfının radikalizmindeki gözle görülür yükseliş egemen sınıf blokunun kaygı bozukluğunu katmerli hale getirmekteydi. Örneğin güdük burjuva liberalizminin anavatanı İngiltere’deki 1926 Genel Grevi İngiliz burjuvazisi için şok edici bir gelişmeydi. Bunun yanında öyle ya da böyle, 1929 öncesinde tedrici bir şekilde, 1929 sonrasında ise hızlı bir şekilde, Avrupa’daki sosyalist ve komünist partilerin toplumsal tabanlarındaki genişleme de Avrupalı sermaye ve mülk sahiplerinin tedirginliğini arttırdı. Söz konusu genişleme özünde açık bir devrimci çıkışa işaret etmese de kendi gölgesinden bile korkar hale gelen Avrupalı egemen sınıflar koalisyonu için sanrıları ve halüsinasyonları besledi. 

Bunun da ötesinde bu dönemde sosyalist/sosyal demokrat partilerin seçim başarıları bile ürkütücü hale gelmişti. Anti-komünist olan ve aslında burjuvazinin oyununun kurallarının dışına çıkmayı zinhar günah sayan reformist sol partilerin iktidara gelmesi ya da ortak olması bile burjuvazinin yüreğini hoplatmaya yetiyordu. 1924’de İngiltere’de İşçi Partisi ilk defa iktidara geldi, üstelik liberallerin desteklediği bir azınlık hükümetiydi. Gelenekleri güçlü İngiliz devlet yapısı harekete geçti. Ramsay McDonald hükümeti, hem de Sovyetlerle bir ticari anlaşma imzalama sürecindeyken, bir istihbarat komplosuyla çökertildi. Düzmece olduğu sonradan kanıtlanan ve güya Komintern sekreteri Zinovyev’in İşçi Partisi milletvekillerine yönelik olarak yazdığı bir mektup birden ortaya çıktı; burjuva basını mektubun üstüne atladı. Medya baskısı siyasi baskıyla birleşince tarihin ilk İşçi Partisi hükümeti kısa bir sürede çöktü. Bu aslında en liberal burjuva demokrasisinde bile burjuvazinin korkusunun ne kadar belirleyici olduğunu göstermekteydi. 

Nerdeyse tüm Avrupa ülkelerinde sağcı ve aşırı sağcı, ve hatta reformist solcu siyasi aktörler anti-komünist ve anti-Sovyetik bir çizgide birleştiler. Liberalinden tutucusuna tüm renklerden burjuva politikacıları içeride ve dışarıda bir tür Bolşevizasyon hayaleti görmeye başladılar. İç siyaset bu anlamda giderek sağa kaymaya başladı. Korkunun ve kaba sınıfsal tepkinin yönlendirdiği bu ortamda hem tek tek ülkelerde hem de kıta çapında aşırı sağın ve faşizmin yükselişi için verimli bir ortam gelişti. 1929 Büyük Bunalımı ise bu yönelimi ivmelendirdi. 

Bu ortamda devletlerin iç ve dış siyasetleri de giderek dönüşmeye başladı. Örneğin Fransa 1920’lerin ortasından itibaren Clemenceau’nun güçsüz bir Almanya siyasetinden giderek uzaklaşmaya başladı. Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikteyse Fransa sağı ve aşırı sağı Nazi Almanya’sını Bolşevizme karşı bir tür öncü güç gibi görmeye başladılar. Keza İngiltere daha erken bir tarihten itibaren Doğu Avrupa’da ve Orta Asya’da Sovyetler Birliği’ni kımıldayamaz halde tutacak her türden adımı destekler hale geldi. Bu nedenle 1930’ların başından II. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar İngiliz siyasetini Almanya’yı görünürde “yatıştırmak” (“appease” etmek), aslında Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtmak isteyen liberal ve tutucu siyasetçiler yönlendirdiler. Bu siyasetçilerin son örneği Neville Chamberlain Münih’de Çekoslovakya’yı Nazilere peşkeş çeken anlaşamayı imzaladı ve ülkeye döndüğünde “Çekoslovakya’yı verip barışı almakla” övündü. Bu iki gözde burjuva demokrasisinin iki savaş arası dönemde Avrupa’yı silahlardan arındırmak ve onu güvenli bir yer haline getirmek amacıyla düzenlenen uluslararası anlaşmalara Sovyetleri ısrarla davet etmek istememeleri sadece bu ülkelerin hariciyelerinin tercihi değildi kuşkusuz;  sermaye ve servet sahiplerinin kolektif korkularının bir sonucuydu bu tercih aynı zamanda. 

Bu korkunun özellikle Doğu Avrupa’daki dışavurumu sağcı faşizan askeri diktatörlükler şeklinde gerçekleşti. Macaristan’da Amiral Horthy, Romanya’da General Antonescu, Yunanistan’da Metaxas, Polonya’da Pilsudski ve Bulgaristan’da zırt pırt darbe yapan aşırı sağcı subaylar; tüm bunlar SSCB sınırında geniş bir faşizan savunma hattı oluşturdular.  Zaman içinde eğilime uymayanlar da öyle ya da böyle yola getirildiler. Örneğin iki savaş arası dönemde diğer Doğu Avrupalı örneklerden daha ayrıksı gibi duran ve burjuva demokrasisi vagonundan inmemekte direnen iki örnek; Avusturya ve Çekoslovakya’nın payına ise birer oldubitti karşısında Nazi Almanya tarafından yutulmak düştü. 

Avrupa’nın geri kalanının kaderi ise bilindik hikayeydi. İtalya’da biennio rosso’nun hemen akabinde faşistlerin karşı saldırısı geldi. Partileşen Mussolini ve faşistleri önce Kuzey İtalya’da sermayedarlar ve büyük toprak sahipleri için kızıl tehlikeyi ezdiler sonra da iktidara layık olduklarını göstermek üzere Roma’ya yürüdüler. Sadece bir yürüyüştü, tavus kuşlarının gövde gösterisi gibiydi. Seçimlerde öyle yüksek bir oy da almamışlardı ancak kral, ordu, kilise ve egemen sınıfların oluruyla iktidar faşistlere verildi. Verilmesi için hiçbir nesnel neden yoktu, yoğun sınıfsal korku dışında. 

Avrupa’da kıtasal iç savaşın insanlık açısından en acılı sahnesi ise kuşkusuz İspanya’da yaşandı. İspanya İç Savaşı’nda İspanya’nın tüm gerici unsurları (sermaye, toprak sahipleri, kilise, ordu) General Franko’nun ardında saf tuttular. Ancak bu sadece ulusal bir cephe değildi, kıta çapında tüm faşistlerin, burjuva siyasetçilerin minnetleri ve destekleri de bu cephenin yanındaydı. Karşı tarafta mevzilenen cumhuriyetçilerin, sosyalistlerin, anarşistlerin ve komünistlerin uluslararası desteği ise oldukça zayıftı. Sovyetlerden gelen az miktardaki silah yardımı, dünyanın dört bir tarafından gelen ilericilerin ve solcuların oluşturduğu Uluslararası Tugaylar; işte hepsi buydu. Faşist İtalya ve Nazi Almanya hem silah hem de asker yardımını hiç esirgemedi Frankoculardan. Onların bu desteği herkesçe, en fazla da iki şanlı burjuva demokrasisi, İngiltere ve Fransa tarafından pek tabi ki biliniyordu. Ancak bu ikili faşistlere yönelik İtalyan ve Alman desteğini görmezden geldiler, tam tersine Sovyetlerden silah akışını durdurmak için ellerinden geleni yaptılar. İspanya İç Savaşı açık bir şekilde erdem ile erdemsizliğin, aydınlık ile karanlığın savaşına dönüşen tedrici ve vahşi bir iç savaş oldu. Sonuçta iyi olanlar, ilerici olanlar Ebro Irmağı’nın kıyısında sadece davayı değil umudu da kaybettiler. 

Genel hatları verilen Avrupa iç savaşında sermaye ve servet sahipleri Nazi Almanya’nın şahsında iç savaşı kendi lehlerine sonuçlandıracak bir lider buldular. Bu nedenle Fransa ve İngiltere dahil Avrupa camiası Nazi Almanya Ren’in her iki yakasını da silahlandırırken ses çıkarmadı. Çekoslovakya’yı yutarken ses çıkamadı. Barış anlaşmalarının tüm aksine şartlarına rağmen Avusturya’yı yutarken Almanya’nın bir sırtının pohpohlamadığı kaldı. Keza İtalya tüm uluslararası anlaşmaları ihlal edecek şekilde Etiyopya’yı işgal ederken de tek kelime edilmedi. Neticede kıtasal faşizm genişler ve saldırganlaşırken Avrupa kendi yarattığı karanlığa gönüllü bir şekilde teslim oldu. Bu nedenle II. Dünya Savaşı’nın erken dönemlerinde Naziler’in ve Wehrmacht’ın çabuk ve kolay askeri başarıları aslında sadece askeri stratejinin başarısı değildi, aynı zamanda işgal edilen ülkelerin egemen sınıflarının gönüllü bir şekilde faşizmin kanatları altına girme isteklerinin de önemli bir katkısı vardı söz konusu askeri başarıda. Avrupa faşizmi Avrupa iç savaşının sonucu olarak doğdu. 1941’in sonlarında Avrupa faşizmi Cebelitarık’dan Moskova’nın 30 km dışına kadar tüm Avrupa’ya hakimdi. Avrupalı egemen sınıfların obsesif kompülsif bozukluğu koyu bir karanlık yaratmıştı. 

Ancak bu başarı sokaktan gelen faşistlere ait değildi. Faşizm kapitalist devletlerin bünyesinde ifade edilen bir sınıfsal korkunun soncu olarak ortaya çıkan bir eğilimdi. Özellikle 1929’dan sonra lağım patlamış ve faşizm birikmiş tüm korkunun maddeleşmiş ve dışkılaşmış hali olarak dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Dalga büyük olunca üstüne daha çok sinek konmuştu, faşizm faşistleri birer sinek gibi pisliğe çekmişti. Adolf, Benito, Salazar, Franko ve diğerleri büyük dalganın üstüne konan küçük sineklerdi. Büyük dalga bazen üstüne konan küçük sinekleri de yutardı; nitekim Gregor üstüne konduğu büyük dalganın içinde boğulacaktı.  

Devamı haftaya….

Not: Ana görsel, Çekoslovakya’nın peşkeş çekildiği Münih Barış Konferansı’ndan bir sahne. Ön sıra soldan sağa Neville Cahmberlain, Fransa Başbakanı Edouard Daladier, Adolf, Benito ve Benito’nun daha sonra katlettireceği damadı Galeazzo Ciano.