18. ve 19. Yüzyıllarda Cicero Roma’nın en saygın ve en üretken filozofu ve tiranlığa karşı özgürlük etiğinin sözcüsü olarak lanse edildi. Öyle değildi; anlatılacak. İç savaşın en kritik anlarında oligarşinin has sözcülüğünü yaptı, pleblerin ve yoksulların en köktenci düşmanı idi.

Portreler IV: Marcus Tullius Cicero – Oligarşinin Söylevi (1)

Shakespeare’in Julius Ceasar’ının 3. perdesinin birinci sahnesi çok çarpıcıdır. Sahne Sezar, Brutus, Cassius, Marcus Antonius ve diğerlerinin Capitol’e doğru yürüyüşleriyle açılır. Artemidorus bir gece önceden Brutus ve yanındakilerin Sezar’a kurdukları komployu öğrenmiştir, Sezar’a bir mektup yazar. Ona ve onunla birlikte ilerleyen kalabalığa yaklaşır ve ona bir mektup vermek istediğini belirtir. Sezar mektubun ne ile ilgili olduğunu sorduğunda ise okuyunca anlayacağını ve hemen okuması gerektiğini söyler. Ancak komplocuların liderlerinden Cassius onu engeller, böylece Sezar kurtuluş şansını tepmiş olur. Sonra kalabalık senato toplantısına yöneldiğinde komplocular usta bir şekilde Sezar’ın bendesi ve koruması Marcus Antonius’u ondan uzaklaştırırlar. İşler planlandığı gibi gitmektedir. Derken kardeşi Sezar tarafından sürülmüş olan Metellus Cimber diz çökerek bir dilekçeyle Sezar’dan kardeşi için af diler. Ancak Sezar kararlı bir şekilde reddeder. Bu arada komplocular Sezar’ın etrafını sararlar. İlk Casca çeker hançerini togasının altından ve Sezar’ın pek de genç olmayan bedenine ilk darbeyi indirir. Sonra sırasıyla diğerleri aynı kanlı eylemi tekrarlarlar (bir rivayete göre 60 senatör katılmıştır komploya).

Ancak tüm hançer darbelerine rağmen Galya’nın ve Roma’nın fatihi hâlâ ayaktadır. Shakespeare müthiş bir oyun kurmuştur, çarpıcı ve unutulmaz bir dramaturgiye olanak sağlamıştır. Sezar’ın düşmesi için son darbenin yeğeninden, koruyup kolladığı, yükselmesine yardım ettiği ve evlat edindiği Brutus’dan gelmesi gerekmektedir. Nitekim öyle de olur, Brutus’un son darbesi ile Sezar artık dillere pelesenk olmuş meşhur repliğini söyler: “Et tu, Brute?” (“Sen de mi Brutus?”). Çember kapanmış, son adım atılmıştır. Sezar sonunda düşer, hem de daha önce yendiği ve yok oluşa sürüklediği Pompey’in büstünün önünde. Büst soğuk bir şekilde Sezar’dan geriye kalan kadavraya bakmaktadır. Kabul etmek gerekir ki temsil ve tiyatro tarihindeki en unutulmaz sahnelerden biridir.1 Tarih 15 Mart M.Ö. 44’tür. Roma 150 yıllık kanlı sınıf savaşımlarının son perdesine girmektedir.

Ancak bir noktayı nazarınıza sunarak devam edelim. Sanat eserlerinin tarihsel olguları bir malzeme olarak kullanmaları sürecine çoğunlukla bilinçli, bazen de bilinçsiz bir seçicilik egemendir. Nitekim Shakespeare oyunu yazarken temel kaynak olarak kullandığı Plutark’dan yer yer önemli ölçüde sapmış, tarihsel olguları saptırmıştır. Örneğin Sezar Capitol’de değil, büyük rakibi Pompey’in yaptırdığı tiyatroda katledilmiştir (bugün bu tiyatrodan geriye kalan birkaç sütunu Roma’da Largo di Torre Argentina meydanında görebilirsiniz). Ayrıca o dönemin tarihini yazan Romalı tarihçiler Sezar’ın meşhur repliği söylemeden sessizce yığılıp kaldığını belirtmektedirler. Ancak Shakespeare gibi büyük bir yaratıcıya bu kadarlık bir manevra alanı tanımak gerekir herhalde.

Diğer taraftan Shakespeare ve onun oyunun kurgusu ile hemfikir olan diğer yazarlar yine de toplumsal ve siyasi tarih açısından önemli bir sapmaya imza attılar. Bu sapma aynı zamanda ideolojik bir sapmanın da önünü açacak kadar masumiyetten uzaktı. Bu yazıda bolca faydalanılacak olan Michael Parenti’nin The Assasination of Julius Ceasar (Julius Sezar’ın Katli)2 isimli kitabının girişinde bu sapmanın özellikle Shakespeare ve George Bernard Shaw’un oyunlarından türediğine dair bir vurgu vardır. Bu kurguya göre uzun bir tarihsel zamana yayılmış Roma’nın iç savaşında taraflar cumhuriyetçiler ve tiranlığı savunanlardır. Bu akıl kırıcı kurguya göre Sezar’ın katilleri cumhuriyetçi ve özgürlükçü iken Sezar despot, tiran ve otokrattır. Böylece Brutus, Cassius ve diğerleri özgürlüğün ve erdemin savunucuları haline gelirken Sezar ve partisi otokrasinin ve tiranlığın timsali oluverdiler. Parenti açık bir şekilde bunun ideolojik bir sapma olduğunun altını kalın kalın çizerken sonuna kadar haklıdır. Buna sonra dönülecek ancak belirtelim burjuva tarih ve siyaset bilimi anlayışının da bolca sömürdüğü ciddi bir ideolojik sapmadır.

Brutus ve diğerleri özellikle burjuva aydınlanması döneminde özgürlük ve cumhuriyetin gardiyanları olarak yeniden keşfedilirken onların yanına bir isim daha ekleniverdi; Marcus Tullius Cicero. 18. ve 19. Yüzyıllarda Cicero Roma’nın en saygın ve en üretken filozofu ve tiranlığa karşı özgürlük etiğinin sözcüsü olarak lanse edildi. Öyle değildi; anlatılacak. İç savaşın en kritik anlarında oligarşinin has sözcülüğünü yaptı, pleblerin ve yoksulların en köktenci düşmanı idi. Filozof olduğu iddiası ise oldukça tartışma götürür. Kendi başarılarını överken, kendine methiye düzerken başardığı şeyler başlığı altında felsefeyi saymaz bile; oysa siyasette başardıklarını ballandıra ballandıra anlatır. Haklıdır. Klasik ve Hellenistik dönemlerin büyük filozoflarıyla karşılaştırıldığında Cicero’ya filozof demek zor olacaktır. Birkaç söylev ve bir sürü mektup; geride bıraktıkları bunlardan ibarettir. Keza Roma pek çok alanda eşitsiz gelişmenin cilvesi olarak muazzam bir gelişme göstermiş olabilir ancak felsefe kesinlikle o alanlardan biri değildir. Biraz Stoacılık, biraz Yeni Platonculuk; hepsi bu kadardır. Dolayısı ile oligarşinin yılmaz söylevcisi Cicero’yu fazla da suçlamamak gerekir. Geç Cumhuriyet’ten İmparatorluğa geçilirken yaşanan iç savaşta önemli bir figürdür. Sürekli olarak Senato ve Ordu’nun egemeni olan zengin patricilerin yanına yer almıştır. Sezar’ı katleden komplonun bir parçası mıydı? Hâlâ emin değiliz. Tarihçilerin ekserisi bir parçası olmadığı konusunda hemfikirdir. Ancak cinayete sevindiği açıktır. 

M.Ö. 44’ün Ekim’inde artık kaçak durumundaki Cassius’a yazdığı mektupta Roma’daki durumu anlatır.3 Sezar’ı katledenler çabucak Roma’dan kaçtılar, Roma ise Sezarist partinin, Sezar’ın katlinin öcünü almak isteyenlerin üssü haline geldi. Marcus Antonius – Octavius - Lepidus triumvirliğinin (Üçlü Yönetiminin) kurulması yakındı. Cicero Roma’da kaldı ancak güvende değildi. Çünkü Antonius onu Sezar cinayetinin azmettiricisi olarak görmekteydi. Mektupta bu durumdan söz ettikten sonra “değildim ama keşke olsaydım” demektedir. O sıralar komployu hazırlayanlara yazdığı mektuplarla akıl vermektedir. Komployu hazırlayanlar ise asker toplamaktadır. Belirtildiği gibi nerdeyse M.Ö. 2. Yüzyıl’ın sonlarında başlayan kanlı bir sınıf savaşımının son perdesi açılmak üzeredir.

Cicero’ya geçmeden birkaç vurgulama yapmak gerekiyor. Roma Cumhuriyet döneminde kırılgan bir sınıfsal yapıya sahipti. En altta Roma’nın yayılma dönemi savaşlarında ele geçirilen mağluplardan oluşan kalabalık bir köle ordusu vardı. Yayılma aslen Cumhuriyet dönemine ait bir olgudur. Tüm inançların aksine İmparatorluk döneminde yayılma çok sınırlıdır, Roma çoğunlukla defansta kalmıştır. Cumhuriyet döneminde ise yayılmanın asıl motoru hem orduya hem de Senato’ya egemen patrici sınıfıdır. Dolayısıyla burjuva siyaset tarihçilerinin övdükleri dönem özünde oligarşik bir dönemdir. Kölelerin hemen üstünde özgür ancak hiçbir siyasi hakkı olmayan ve henüz Roma vatandaşı olamamış diğer etnik unsurlardan insanlar vardır. Bu kitle savaştan ve yağmadan gelen kazanca ortak değildir ancak ağır bir şekilde vergilendirilmektedir. Bunların üstünde ise yine bu etnik unsurlardan gelen ancak vatandaşlık elde edebilmiş küçük bir azınlık vardır. Bu grubun belirli ekonomik hakları vardır ancak siyasi ve askeri haklardan mahrumdur. Bunların üstünde ise plebler, yani Romalı özgür yoksullar ve küçük insanlar kitlesi vardır. Bu geniş kitle savaştan, yağmadan ve vergi gelirlerinden bir miktar pay almaktadır. Asker olabilmekte ve askerlik karşılığında ikbal kapıları açabilmektedir; ancak çok da abartmamak gerekir. En yukarıda ise güya Roma’yı kuran klanlardan gelen ve büyük toprak sahibi patriciler vardır. Ancak patriciler bile homojen bir kitle değildir. Onların içinde senato ve orduya hakim bir senatöryel sınıf vardır. İşte Cumhuriyet döneminde yürütme gücünü elinde tutan konsüller bu sınıftan gelmektedir. İki konsül belirli bir dönem için senato tarafından seçilir ve yürütme gücünü devralırlardı. Dönemleri bittiğinde senato kendi içinden iki yeni konsül seçerdi. Cumhuriyet’in uzun tarihi boyunca pleblerin bazı bürokratik angarya işler dışında yürütme gücüne etki etmeleri söz konusu bile değildi. Ancak M.Ö. 3. Yüzyıl’da plebler önemli bir kazanım elde ettiler. Böylece aslında uzun iç savaşa giden yolu da açmış oldular. Bu yüzyıl içinde plebler kendi tribunuslarını seçebilir hale geldiler. Tribunuslar doğrudan konsüller gibi yürütme gücüne sahip değillerdi ancak mutlak veto hakları vardı. Bundan sonraki Roma tarihi ön planda tribunuslar ile konsüllerin, arka planda ise patriciler ile pleblerin çatışmasına sahne olacaktı.

Uzunca bir süre sınıflar ve etnik unsurlar arasında cereyan eden gizil ve soğuk bir iç savaşı barındıran yapı belirtildiği gibi M.Ö. 2. Yüzyıl’ın sonlarında iyice çatırdamaya başladı ve sıcak bir iç savaş dönemi başladı. M.S. 1. Yüzyıl’ın başlarına kadar sürecek bu kanlı iç savaşta köleler (Spartaküs bu dönemde isyan etti), Romalı olmayan etnik unsurlar (Sosyal Savaş diye anılır), plebler sık sık isyan ettiler, bolca kan döküldü. Bu dönem Octavius’un imparatorluğu ve Julio-Claudiyen hanedanın korku dönemiyle bitti. Cicero bu uzun oyunun son perdesinde zenginlerin, varsılların ve açgözlülerin söylevini maharetle okudu.

[Devamı haftaya…]

  • 1. Hatta Shakespeare’in oyunundan yapılan sinema uyarlamalarında bile teatral ve çarpıcı bir sahnedir. Örneğin 1953 yapımı olan ve oyun ile aynı ismi taşıyan Joseph Mankiewicz’in yönettiği sinema uyarlamasında da (ki filmde Marlon Brando Marcus Antonius’u, James Mason ise Brutus’u canlandırmaktadır) bu sahne oldukça çarpıcıdır.
  • 2. Michael Parenti (2003) The Assasination of Julius Ceasar: The Peoples’ History of Ancient Rome, The New Press.
  • 3. Cicero (1978) Cicero’s Letters to His Friends 2, Penguin Classics.