Piyasa tanrılarına iman edilen, piyasa tanrılarının hikmetinden sual olunmadığı bu düzenin içinde kalarak buradan çıkış yok. 

Piyasa tanrıları ve kurbanları

20 Aralık günü, Erdoğan’ın malum konuşmayı yapmasından hemen önceki saatlerde kulaktan kulağa yayılan dedikodu, devletin bankadaki dolar hesaplarının bir kısmına el koyacağı ya da bir tür vergi getireceği yönündeydi. Hatta bu dedikodu, insanların bankadaki paralarını çekmelerine ve böylece bir bankacılık krizini tetiklemelerine yol açabilecek bir yaygınlığa ulaşmıştı. 

Bu dedikodunun gerisinde sadece iktidarın ekonomide kontrolü kaybettiğine dair inanç yoktu; asıl mesele AKP’nin sınıfsal karakterinin unutulması ve onun sermayeye karşı, hele hele finansal sermayeye karşı birtakım radikal adımlar atabileceğinin düşünülmesiydi. 

Çünkü iktidarın bir süredir ekonomiye daha fazla müdahale etmesinden yola çıkılarak, Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinin sonuna gelindiği, gerçek kapitalizmin bu olmadığı, AKP’nin aslında devletçi olduğu ve hatta sosyalist karakterli ekonomi politikaları izlenmeye başladığı yönünde son derece “derin” analizler yapılıyordu. 

Erdoğan o akşam yaptığı konuşmayla, bir kez daha bu analizlerin ve beklentilerin hepsini boşa düşürdü, iktidarın sınıfsal karakterini ve sermaye düzeni açısından rolünü çok net bir şekilde bir kez daha ortaya koydu. 

Ve o akşam yapılan konuşmayla, hem iktidarın finansal sermayeye bağımlılığı ve sıkıştığı yerden yine finansal sermayeye sarılarak çıkmayı umduğu tescil edilmiş oldu hem de toplumun alındığı finansallaşma kıskacı daha da derinleştirildi. Döviz-faiz-borsa üçlüsünden oluşan piyasa tanrılarına yeni kurbanlar verildi, iktidarda kalmanın kefareti olarak piyasa tanrılarına milyonlarca yurttaşın fakirliği sunuldu. 

İktidarın sıkışmışlığının gerisinde faizleri yapay bir şekilde indirme politikası vardı. Enflasyonun yüksek olduğu ve daha da yükseleceğinin bilindiği bir konjonktürde hem yabancı hem de yerli yatırımcılar için dövize kaçış kaçınılmazdı ki tam da öyle oldu ve döviz bağımlısı Türkiye ekonomisinin krizi daha da derinleşti. 

Evet faizleri indirerek kuru artırmak, emek maliyetlerinin düşürülmesi ve kamusal varlıkların haraç mezat satılması adına atılmış planlı programlı bir adımdı ama bir süre sonra iş kontrolden çıktı; çünkü sıradan vatandaşlar da dolar trenine atlamaya ve ellerinde avuçlarında ne varsa dolara yatırmaya başladı. Döviz kurunun “köpük” diye tabir edilen seviyelere gelmesinin gerisinde esas olarak bu vardı.  

Bu noktada yapılabilecek şey faizleri artırmak olabilirdi ama bu hem “tükürdüğünü yalamak” anlamına gelirdi; hem de seçime doğru giden Türkiye’de parasal genişlemeye dayalı bir politika izlemeyi imkânsız kılardı. 

İşte iktidar bu sıkışmışlığını aşmak için, yani döviz-faiz kıskacından çıkmak için, paradoksal bir şekilde döviz-faiz ikilisine daha sıkı bir şekilde sarıldı ama bunu örtülü bir şekilde yaptı; yani bankalardaki TL hesaplarına faizle birlikte bir de kur garantisi verdi. Bu ise Türkiye ekonomisini bütünüyle finansal sermayenin yörüngesine sokmak, ekonominin kaderini bütünüyle dolara endekslemek anlamına geliyordu. 

Üstelik döviz kurundaki belirleyici faktör tek başına iç piyasalar olmadığı, ABD başta olmak üzere dünya ekonomisindeki gelişmeler kuru belirleyeceği için, Türkiye ekonomisi bu gelişmelere mutlak anlamda bağımlı hale getirildi. Örneğin önümüzdeki süreçte ABD merkez bankası enflasyon kaygıları nedeniyle faiz artırımına giderse, bu kaçınılmaz olarak doları güçlendirecek ve faiz oranlarından enflasyona, kur garantili mevduatlara ödenecek farktan, ithalat ve ihracata uzanan bir genişlikte bütün bir ekonomi bundan etkilenecek. Yani bağımlılık daha da derinleşecek. 

İktidarın yaşamış olduğu finansal sıkışıklığı finansallaşmaya içeride ve dışarıda daha fazla sarılarak aşma çabası, halk için, emekçiler için ne anlama geliyor peki? 

Finansallaşmanın derinleşmesi ve yoğunlaşması, halkın daha fazla finansallaşma kapanının içerisine alınması, finansallaşma cenderesinin daha fazla sıkılması anlamına geliyor doğal olarak; bu ise eninde sonunda hayatlarımızın finansal süreçlere, yani piyasa tanrılarına daha fazla bağımlı hale gelmesi ve bu tanrılara daha çok kurban vermemiz demek. 

Halk kitleleri bir yandan kredi ve borçlanmalar, bir yandan ise döviz, borsa ve dijital paralar üzerinden bu cenderenin içine alınmış durumda. Halk bir yandan daha yüksek maliyetlerle borçlanıyor, yaşayabilmek adına daha fazla faiz ödemek zorunda kalıyor ve yoksullaşıyor; öte yandan ise yoksullaştıkça, tıpkı bir zamanların şans oyunları furyası gibi, kapitalizmin kumar masasına daha çok rağbet gösteriyor, kumara daha çok dahil oluyor ve her zaman kasa kazandığı için elinde avucunda ne varsa kaybediyor. 

Ancak mesele sadece bu değil; tüm bunlara eklenmesi gereken başka şeyler var. Birincisi “kur garantili mevduat” uygulaması ile birlikte ekonomi komple dolara endekslenirken, sıradan insanların hayatları da dolara endekslenmiş oluyor; dolardaki dalgalanmalar insan hayatındaki dalgalanmaların asıl belirleyicisi haline geliyor. 

İkincisi, bu uygulamayla birlikte Hazine ve Merkez Bankası gibi iki kurum resmi olarak zenginliğin garantörü haline geliyor ve halkın cebinden toplanan paralarının sermayeye aktarılmasının aracı kurumlarına dönüşüyor. Kamudan özele, yoksuldan zengine, emekçilerden sermayeye servet transferi daha önce hiç görülmemiş bir mekanizmaya kavuşuyor. 

Üçüncüsü, “düşük faiz- yüksek kur” üzerine kurulu politikalar hem ücretleri aşağıya çekiyor hem de enflasyonu artırıyor ve böylece yoksulluğu yaygınlaştırıyor, toplumu asgari ücrette eşitliyor. Asgari ücrette eşitlenmek ise bırakın yoksulluk sınırını, açlık sınırında yaşamaya mahkûm olmak anlamına geliyor. 

Ve dördüncüsü, politika faizinin yapay olarak aşağı çekilmesi, başka faiz oranlarının yükselmesiyle sonuçlanıyor ve bu da finansallaşma kıskacını daha da güçlendirip toplumun geleceğini ipotek altına alıyor. Örneğin bugün 10 yıllık devlet tahvillerinin faiz oranı %24’ün üzerinde. Yani devlet her 100 liralık borçlanma için 24 lira geri ödüyor. Devlete borcu kim veriyor peki? Sermaye sınıfı elbette. Peki borcun geri ödemesi nasıl gerçekleşiyor? Halktan toplanan vergilerle doğal olarak. 

Peki bu insanlık durumundan, insan denilen canlı türü olarak sadece bizde değil tüm dünyada yaşadığımız ve sadece bugünümüzü değil geleceğimizi de ipotek altına alan bu kıstırılmışlık halinden, bu finansal cendereden nasıl kurtulacağız? 

Bu sorunun sistem içi bir yanıtı bulunmuyor. Piyasa tanrılarına iman edilen, piyasa tanrılarının hikmetinden sual olunmadığı, insanların ve hatta bütün bir doğanın, bütün bir gezegenin piyasa tanrılarına kurban edilmesinin zorunlu olduğu bu düzenin içinde kalarak buradan çıkış yok. 

Ya insanlık olarak piyasa tanrılarına isyan etmeyi, başkaldırmayı, tanrılardan “ateşi çalma”yı seçeceğiz ya da paraya doğrudan bağımlı kılınmış, cendereye alınmış ve asgarileştirilmiş hayatlarımızı yaşamaya devam edeceğiz.