Üniversiteyi'den sonra iş bulmadı, KPSS’ye girdi ama atanamadı. İki üç işe girip çıktıktan sonra babasını tezgâhını satıp Doblo aldı. Şimdi kuryecilik yapıyor ve her gün sermaye düzenine küfrediyor...

Pazarcının oğlu ve ak-adam-isyan!

Ne kadar gerçektir bilinmez! Çünkü çağımız “sosyal medyada iş yapma” çağı. Çeşitli soytarılıklarla da girseniz gündeme “görünür” olmanız para yapıyor. Dönem, diş fırçalayarak milyonlarca dolarlık ciro yaptıran trendsetter’lar dönemi. Her şey bir başka…

Bu nedenle Oytun Erbaş üzerinden kopan küçük çaplı fırtınanın ne kadar gerçek olduğunu kestiremiyorum. Bir tür sosyal medya deneyi bile söz konusu olabilir. Bazı sözlerin, bazı ifadelerin Erbaş’ın sosyal medya danışmanı tarafından bilerek seçildiğini düşünüyorum mesela. Sonuçta “reklamın iyisinin ve de kötüsünün olmadığı” bir dönemde yaşıyoruz. Oytun ve onu, onun gelişimsel, zihinsel özelliklerini paraya devşirenler turnayı yine gözünden vurdular. İki cümlede herkesin O’na bakmasını sağladılar. Daha ne olsun!

Ne dedi Oytun?

Dedi ki: Bu iktidar bir pazarcının oğlunun akademisyen olmasını sağladı! Geçmişte bu mümkün değildi!

Eyvallah.

Vitrinde yaşamak böyle bir şey: sorumsuz, bencil ve sığ!

Sığ diyorum çünkü kendi asistanlığımdan biliyorum Oytun’u: Parlak ama çok öfkeli birisiydi. Öfkesiyle parlaklığını birleştirdiğinde bir piyasa maymununa dönüşeceğini öngörmek ise pek mümkün değildi.

Ne diyelim… Bizim çapsızlığımız!

Bazıları tabip odası, sendika, ilim, bilim peşinde koşarken Oytun Tus dershaneciliğinin peşinde koşardı o zamanlar! Öfkeli ve iştahlıydı. Her Tus döneminde inadına sınava girerdi. Kendisiyle ve tüm tıp dünyası ile iddiaya tutuşmuş gibiydi. Göz, kadın-doğum, kardiyoloji gibi yüksek puanlı bölümleri bir daha, bir daha kazanır ve sonra da kazandığı bölümün, o kontenjanın boş kalmasını seyrederdi. Öfke ve iştah ile… İkisi içiçeydi. Tam da piyasa tanrısının aradıklarıydı bunlar belki de… Sonrasında muhtemelen “sosyal medya fenomenine” dönüşmesine olanak sağladı bunlar.

Ve şimdi de, pandemi tam da gündemden çıkarken, bir kez daha gündeme girmeyi başardı!

Bravo!

Peki, söylediklerinde haklılık payı var mı? Yani ülkenin son 20 yılına (ve aslında daha da öncesine) damga vuran iktidardan önce yoksulun, garibanın, alınterinden başka sermayesi olmayanın çocuğu akademisyen olamıyor muydu?

Belki, evet!

Belki, evet ama buraya bakmak sığlıktır, ahmaklıktır!

Ahmaklıktır çünkü ülkenin son 20 yılına damga vuran iktidar yoksulu, garibanı, alınterinden başka sermayesi olmayanı akademisyenden önce kredi borçlusu, asgari ücretli ve tüm hayatını “o gününü kazanmak” için geçiren bir robota dönüştürdü. Hayatlarımız artık bildiğiniz robotik bir uzantı! Kredisini ödeyen, ölmeden önce yaşaması gereken sıkıcı hayatı yaşayan ve sonra da öylece kayıp giden birer hayata hapsedildik!

Tamam, öncesi de çok parlak değildi belki ama en büyük kötülüğü mevcut bu iktidar yaptı. Oytun şimdi çıkmış, kendi öfkesini paraya tedavül edebiliyor olmanın rahatlığıyla bu dönüşümü kutsuyor. Kutsuyor ve biliyor: Ülkede böyle düşünen milyonlarca solcu, iktidar karşıtı bir kitle var ve o kitle aynı zamanda Oytun’un kendi kitlesi. Ülkenin nabzını tutan kitle! Oytun da, danışmanları da zaten oraya oynuyor; iktidara değil! Sansasyon orada yankı buluyor! Başka yerde değil…

Peki, Oytun’un çizdiği çerçeveye sadık kalacak olursak Türkiye’de gariban, yoksul çocukları akademisyen olamıyor mu? Kopan onca fırtınaya rağmen yoksa Oytun haklı mı?

Burada şu soruyu sormak gerekiyor “akademisyenlik” özel bir konuma mı tekabül ediyordu? Eski Türkiye’de! Elinde şampanya, üstünde robdöşambrı, üniversiteye bile uğramadan dolgun maaşını cebine indiren bir tür seçilmiş! Elit, monşer… Akademisyen bu muydu?

Eh, böyle olanlar vardı. Azdılar ama onlar zaten nerede olsalar bu fotoğrafı vereceklerdi. Yani mesele akademisyenlikle ilgili değildi. Ailesinde akademisyen ya da yüksek öğrenim görmüş insan olanlar genel olarak “piyasada” görece daha iyi konumlar elde ediyordu. Hepsi buydu! Halen de öyle! Ortada bu açıdan bir fark yok. Ama akademi açısında kocaman bir fark var…

Öyle uzun teorik kasmalara gerek yok: bu iktidar ülkeyi dönüştürdüğü kadar akademiyi de dönüştürdü. Yüksek öğretim, tıpkı eğitimin geneli gibi, hızlı bir özelleştirme sürecine girdi. Bir tek özel ya da vakıf üniversitelerinin artmasından bahsetmiyorum, kamuya ait üniversiteler de ayrı birer işletmeye dönüştü. İktidarın sevdiği dille söylersek “marka üniversite” haline geldiler.

Bu süreçte nasıl bant tipi öğrenci üretimi söz konusu olduysa bant tipi akademisyen üretimine de ihtiyaç hasıl oldu! Yani akademide üniversite şirketinin ihtiyaçlarını hızlıca giderecek, işi idare edecek, yeri geldiğinde taşı gediğine koyacak bir akademisyen tipine ihtiyaç duyuldu. Yani pazarcının oğlu da bunları yerine getirmek üzere akademisyen oldu, gari!

İşte fark budur! Oytun, durum kendisiyle uzaktan yakından alakalı olmasa da burayı kaşımıştır.

Bu süreç tabii ki akademisyen kimliğinin de değersizleştirilmesini beraberinde getirdi. Yani aslında birçok alanda görülen kapitalist değersizleşme akademide de kendisini akademisyenler üzerinden gösterdi. Eskinin tüm güçlü, tam iktidar sahibi, otoriter ve bilgili akademisyeni gitti, onun yerine yeri geldiğinde piyasanın piyonu, yeri geldiğinde ajanı, yeri geldiğinde maymunu olacak akademisyen tipi yaratıldı.

Tabii ki burada geçmişte akademisyeni akademisyen yapan temel özelliklerden bir tanesinin de emekçi sınıfların sesine kulak vermek, emekçi sınıflar için düşünmek, üretmek ve siyasete emekçi sınıfların çıkarları doğrultusunda angaje olmak olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. İktidarın temel derdi bu kesimdi ve bu kesimin kökünü kazımak konusunda çareyi piyasada buldular. Piyasa, üniversitelerden emekçi sınıfların sesini de kovaladı!

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Behice Boranlarla açılan bu süreç, 1970’lerde Necdet Bulutlarla sürmüştü. Ve daha nice isimlerle 2000’lere kadar da gelmişti. Üniversitelerdeki ve akademideki piyasacı değişim akademisyen üzerindeki emekçi sınıfların baskısını ve etkisini de ortadan kaldırdı.

Emekçi sınıflara karşı borcunu ödemeye yeminli akademisyen de gitti bu süreçte ve geriye projecilik uydurup uyduruk dergilerde yayınlar yapan akademisyen kaldı! Ve uyduruk dosyalarla gelinen yerler akademinin temel kimliği haline geldi.

Tüm bu süreci Türkiye kapitalizminden ayrı olarak düşünmek ise en büyük hata olacaktır. O naneyi 2000’lerde sol “yetmez ama evet” ile yedi. Akademi için de farklı değil: İktidar, Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarını karşıladı: dinde, siyasette, orduda ve de akademide! Yani meseleyi Oytun’un babasının pazarcı olup olmamasına, ya da akademisyen olanların ailesinin sınıfsal konumunun ne olduğunu tartışılmasına indirgemek hakikaten büyük bir kazık olacaktır.

Ve bu arada pazarcının oğluna ne mi oldu?

Biliyorsunuz: üniversiteyi bitirdikten sonra önce iş bulamadı, sonra KPSS’ye girdi ama atanamadı ve iki üç işe girip çıktıktan sonra babasının tezgâhını satıp, bir Doblo aldı kendine. Şimdi kuryecilik yapıyor ve her gün sermaye düzenine küfrediyor. Her gün!

Akademisyen olamadı belki ama görmüşsünüzdür, isyan ediyor!