Bütün o gülümseten çocuk çağrışımlarının alaca kuyruğunda salınan özgürlük, isyan, direniş gibi değerlerin sembolü uçurtma, örgütlü emek olmadan, düz nesnedir.
Evet, bunun bir devam yazısı olması gerektiğini biliyorum. Olacak da.
Çok uzun zaman önce, “Bugsy Malone” filmindeki siyah temizlikçi çocuğun şarkısı üzerine yazmıştım birşeyler. Anımsar mısınız, Alan Parker’ın yalnızca çocuk oyunculara yer verdiği bu “müzikli film”i? Sahneye çıkıp şarkı söylemek isteyen bu çocuğa, hep, “yarın söylersin” yanıtı veriliyordu, çünkü önce “bugün”ün zorunlu görevi vardı, mesela ortalığın temizlenmesi gerekiyordu, hele o bitsindi. Gün, her “yarın”a evrildiğinde “bugün” oluyordu ve “bugün” de hep öncelikli görevler taşıdığından, şarkı, “yarın”a kalıp duruyordu. Onun şarkısı, “Yarın, hiç açık olmayan oyun bahçesi”ydi …
Şu “devam yazısı”nın başına oturduğumda, aklıma bunun gelivermesi, uçurtma-kınnap, özgürlük-örgütlülük bağıntısını biraz da keyifli ifadelerle paylaşmak isterken, İzmir başta, ülkenin dört bir yanında, yangınların başgöstermesindendi. Maalesef böyle durumlarda “istatistik” hep ânı yansıtır. Can kaybının olmadığı söylendi. Nasıl yok? Hayır, sadece yanan alanlardaki doğal hayatın canlıları değil, klişe deyimle “ciğerleri yanan” ülkenin insanları da, böyle bir doğa yıkımının bir vadedeki sonucundan yaşamsal olarak etkilenmeyecek mi? Nasıl yok? Alev, duman, geleceğe ipotek, keyifli ifadelerle devam ha… Sevgili ülkem, ah bir, ah bir…
Öyle kol kavuşturmuş bakarken, “hadi” dedi yoldaşım, “senin takım yılda bir geliyor, seni maça götüreyim, açılırsın biraz”… Aklımın ucundan geçmezdi, o an siyah çocuk, çalı süpürgesini hem buruk hem kızgın sallamasaydı, sahneyi tozutmasaydı suratıma suratıma… Gidelim. “Yarın”ın provasını olsun çekip alalım …
Uçurtmalardan bahsetmek, belki de daha çok böyle anlarda gereklidir, ne bileyim. Siz gücünü ne oranda görürsünüz, oyla mı ölçersiniz, toplumsal işlevle mi, belde belediye hesabı mı yaparsınız, siyasal mihenk mi, değişmeyen tek bir şey vardır: Biz çocukken, “kara gün dostu” olarak Kızılay’ı bilirdik. Epeydir, Türkiye Komünist Partisi’dir. Sadece “doğal âfet”lerde değil, emekçi halka zarar verecek her siyasal dönemeçte, her düzen hamlesinde, her patron çıkarı tezgâhında, en hızlı, en gerekli müdahaleleri yapan parti. Siz, etini budunu nasıl bilirsiniz, uzattığı elin sımsıkı güvenilirliğini nasıl tesis ettiğini düşünürsünüz, değişmeyen tek bir şey vardır: Biz çocukken, “esirgeyen” anne kucakları öğrenirdik. Artık Türkiye Komünist Partisi’dir.
Nasıl becerdiğini düşünürsünüz, böyle sanki refleksif seferber olabilmesini nasıl anlarsınız, sadece çalacak da değil açık kapınız olduğunu nereden bilirsiniz...
Bunu kınnap yapar. Uçurtma kınnabı. Örgütlülük “sihirli şurubu”. “Yarın”ın bugünden umudu.
Geçen yazıda, Sait Faik’ten, bir şeytan uçurtmasının “hunharca” yağmalanması ve karşısında çaresizlik yansıması tablosunu aktarmıştık. Oysa, ne güzel başlamıştı, bilseniz. Hani, rüzgâr çıkmıştı, çocuk başı gibi oynak, afacan bir rüzgâr. Gök bahtiyardı, rüzgâr kıskanç, güneş hasret. Uçurtmalar birer çocuk ruhuydu, haydi tam vaktiydi hani…
Düşünüyordu bizim Sait:
“Ben bir kuş olsaydım! Yükseklerde uçan bir kuş ... Kanatlarını germiş, gölgesinin düştüğü yerden bihaber bir kuş ... uçurtmaları gagalar mıydım?
“Ben bir kuş olsaydım! Ufacık bir kuş, uçurtmaları acaba nerden seyrederdim? Çınarın üstünden mi? Yoksa yukarlardan, atmacalardan korkmayarak daha yukarlardan, uçurtmaların üstünden mi?
“Ben bir kuş olsaydım, kınnapların sarkmış, gevşemiş münhanisinden denize atılmış kaypak taşlar gibi seker; uçurtma sahiplerinin sedef düğmeleri çözülmüş göğsüne girer, oradan o ot, tere, ceviz, böğürtlen, fındık yaprakları kokan yerden başımı çıkarır, uçurtmaları oradan seyrederdim.”
Bir kuş olsaydı Sait Faik. Kıyamazdı gagalamaya canım… Ama niye sahiplerinin göğsüne çözülmüş düğmelerden girer, oradan seyrederdi uçurtmaları? Yani, bir kuş olsaydı, bilir miydi ki, ot ve böğürtlen kokan örgütü acep?
Sonra ne olmuştu?
“Rüzgâr kınnapları gerdi. Rüzgâr kalemleri kırdı, Rüzgâr kâğıtları yırttı, terazileri bozdu, kuyrukları savurdu…
“Şimdi, döndüğüm yolun ağaçlarında ipler sarkıyor, kırık altı-köşelerin kalemleri sallanıyor, mor kâğıt parçaları uçuyordu.
“Bir aralıktan çocuk gölgeleri yağmaya koşarlarken, benim yolum da akşam alacası içinde, ipi kesilmiş mor bir uçurtma gibi büklüm büklüm kıvranarak, uzaklara, uzaklara... sessiz bahçeliklere doğru düşüyordu...”
İpi kesilmiş uçurtma kıvranırken, gölgeler hazin bir yağmaya koşarken mi bitmişti gerçekten bu öykü? Hem de biz varken? Ya çocuk ruhu? Kof edebiyat mıydı?
Önce… Uçurtmayı Vurmasınlar, Uçurtmanın Kuyruğu, Uçurtmam Savaştan Korkmaz, Uçurtma gibi yapıtlarda, harikadan ipini koparana, avlanandan kalbe, tel örgülere, yarin telgrafına takılanlara kadar sayısız temada yer alan uçurtmalar, ağırlıklı olarak özgürlüğü, baskı ortamlarında isyanı, yılgınlıkta direnişi sembolize ederek salınır gökyüzünde. Çocukluk eşlik eder onlara bütün gülümseten çağrışımlarıyla.
Sait Faik’in şeytan tipi uçurtması yağmalandı, altı-köşelisi tarumar edildi madem, buradan gidelim.
Siz hiç uçurtma yaptınız mı? Yaptığınızı uçurdunuz mu? O emeği verenler bilir, uçurtma öyle yedi noktalı uç-uç böceği gibi, (uçuyorsa ne işi olur terlik pabuç vaadiyle hiç anlamam) kanatlı değildir.
Mutlaka tarifleriyle doludur internet. Ama bakmam. Çoğu mektepli işi, nizamlı intizamlıdır onların. Ben kısaca, alaylı ağzıyla söyleyeyim. Alaylı, ama usta-çırak ilişkili, bir de kolektif curcuna şartlı gördük biz.
Altıgenin iskeleti için, quantum ne der bilmem, üç çubuk lazımdır. Çubuk, tuhaf oldu, çıta. Çıta, modern, kolay ve mantıklı oldu, kamış. Yok artık. Öyle ama, biz uçurtma yaparken her yer dutluktu, malum, çok da sazlık vardı. Oradan boyu ve düzlüğü münasip iki kamışı kesip alın. Üç lazımdı, niye iki? Dikine kesip en az dört yapacağız. Niye? E hem sağlam hem hafif olur kamışla iskelet. Emekle.
O üç kamışı, üst üste, bi artı bi çapraz gibi ortadan birleştirin. Sıkıca kınnap dolayarak. Dış uçlarını çentin ki, iskelete kasnak olacak kınnapları çevreleyerek sararken, çıkmasın yerinden.
Okuyor musunuz cidden? Neyse ki benim aklım başımda olabildiği kadar.
O çubukların uçlarından kınnapla oluşturduğunuz altıgen kasnağa, uçurtmanın gövdesini gereceksiniz. Eğrilik, eşitsizlik kabul etmez. Gövde gazete mi, defter kabı mı, naylon mu, sırf estetiğine değil, dayanıklılığına bakacaksınız. Dayanıklı ve hafif. Sonra çubuk kasnağın birleşme yerinden tam bir mühendislik hesabıyla, bir boşluk açıp terazisini sağlayacaksınız. Milim milim, gram gram, denge denge. Yoksa, küt! Onun bileşimi, salacağınız yüksekliğe göre kınnapla alta uzayacak. Bir çubuğa, “acul el hareketleriyle, fakat, ihtiyatla kazanılmış bir çocuk maharetiyle” saracak, sıkı, ama kolay da açılır yumak yapacaksınız kalanı. Altıgenininizin bir kenarının uzunluğunu 5’le çarpın, o boyda kâğıtları yırta büke, kuyruk yapın. Uzunsa, alta çekebilir, kısaysa takla attırabilir, ince hesap pratikten çıkar. Haa, o kuyruğu da yine dengeler fiziğini gözeterek, altıgenlerden bir köşe seçip kınnapla bağlayın.
Uçurtma elinizde mi? Şu an sadece varsayımsal olarak uçurtma. Yoksa, alelade nesne. Uçurtma olması, yukarıdaki bütün merhaleleri büyük dikkatle, milim mikron denge kontrolleriyle, en küçük şeyi hesaba katarak mümkün (misal, gövde kâğıdının kenarlarını kınnaplara katlayarak tuttururken ne kullandınız? Bunlar, hem dayanma hem ek ağırlık hesabına tabidir, siz ne diyorsunuz).
Biz, uçurtmanın böyle incelikle, bütün bileşenlerinin uyumu ve tekil işlevi gözetilerek inşasına parti çalışması diyoruz, efendim.
Yetmiyor. Rüzgârın elverişliliği gerekiyor. Tarihin pususuna yatmaktır. Nesnel şartları gözetmek, elverişli esintiyi aramaktır. Kınnapın uzunluğunu, o ânın rüzgårıyla, o ânın gövdesinin çapıyla orantılamayı bilmek gerekiyor. Stratejidir, taktiktir.
Esintinin yönüyle, uçurtmanın hedef doğrultusu arasındaki bağıntıya göre konumlanmayı bilmek, kendi yönüne doğru hükmetmek gerekiyor. Politikadır.
Yerden havalandıramazsınız uçurtmayı genelde. Bir yukarıda tutan ve sizin ivme vermenizi kolaylaştıran gerekir. Örgütlü kitledir.
Esen her yel yetmez, ona kâh karşı koyacak, kâh arkasına alacak ve havalanmasını sağlayacak maharet ve inatta, çoğu kez koşarak kendi rüzgârını yaratan, süzülmesini böyle sağlayan el gerekir. Kollektif emektir. Örgüttür.
Daha o kadar çok bileşeni vardır ki, “alt tarafı uçurtma”nın, döne döne çakılmasını, takla atmayı marifet diye sunmasını, yağmaya uğramayı çoğalma sanmasını, her “yükseğe” takılıp kalmasını önlemek mühendisliğinin.
İşte bütün o gülümseten çocuk çağrışımlarının güzelim kuyruğunda salınan özgürlük, isyan, direniş gibi değerlerin sembolü uçurtma, böyle bir örgütlü emek olmadan, laf-ü güzaftır, nesneye çakılılıktır.
Sait Faik bunu bildiğinden, kuş olsa, uçurtmayı, onu tutan elin göğsüne girip pırpırlanarak izlerdi. Bu eldeki kınnap, gökyüzü sevdalısının özgürlüğünü kısıtlıyor, onu sınırlıyor, o olmasa flamasız dünya şahane diyen kakavanlara dönüp bakmazdı. Yağma vardı yahu!
Amanın, Ambroise Amca ne oldu? Onu unuttuk… Unutulur mu canım, şey oldu….