Devletleştirme taleplerinin daha yoğun bir biçimde toplumun gündeminde tutulması ve Meclis içi muhalefetin zorlanması gerekir. Sol hareketlerin halkın sesi olarak sahneye çıkmasının tam zamanıdır.

Özelleştirme halka karşı suçtur

Özelleştirilen şeyler nedir? Kamu mülkiyetindeki fiziki varlıklar veya bunların işletme hakları ile kamusal hizmetler ve fikri haklardır. Kamu tekelinde olan alanların (örneğin radyo-televizyon yayıncılığının veya tütün ürünlerinin) özel girişimcilere açılması da bir özelleştirme biçimidir. Özelleştirmenin tüm biçimlerine veya bunların (örneğin yayıncılık hariç) önemli bir bölümüne karşı eleştirel bir tavır alabilirsiniz. 

Fakat burada asıl olarak kamusal mülkiyetin özele devredilmesi üzerinde durulacaktır. Mülkiyetin mutlaka transferi de gerekmez. Örneğin Telekom’da veya elektrik dağıtımında altyapının mülkiyetinin transferi olmamıştır ama işletme haklarının uzun onyıllar için devri bu altyapının kamu kullanımından çıkması anlamına gelmiştir. 

Toplumsal veya yarı-toplumsal nitelikteki eğitim, sağlık, enerji, su gibi mal ve hizmetlerin özelleştirilmesi veya bu alanlarda özel girişimciliğe yer açılması, özelleştirmenin toplum yararına en aykırı, en tahripkâr yüzünü oluşturur. 

Buna karşılık, KİT’lerin çoğunun özel mal niteliğindeki mal ve hizmetlerde yoğunlaşmış olduğuna bakılarak burada hiçbir sorun olmadığı anlamı çıkarılamaz. Örneğin gübre, tohum, yem, damızlık üreten kamu kuruluşlarının elden çıkarılması, iki önemli sonuç doğurmuştur: Tarımsal girdiler bakımından ülkenin dışa bağımlılığı perçinlenmiştir; bunun da etkisiyle Türkiye’de çiftçinin tarımsal faaliyetlerden geçimini sağlaması giderek zora girmiştir. Benzer şekilde tarımsal desteklemede rol oynayan kuruluşların (TEKEL, TMO, Şeker Şirketi, vs.) özelleştirilmesi veya etkisizleştirilmesi de aynı yönde etki yapmıştır. Sonuçta, tarımsal üretimi terkedenlerin sayısı milyonları bulmuş, ekilemeyen arazilerin çapı da 3,5 milyon hektara ulaşmıştır. 

Çimento fabrikalarının kamu elinden çıkarılması gibi daha “olabilir” gözüken bir alanda dahi, geçen yıl olduğu gibi çimento fiyatlarındaki aşırı artışın inşaat maliyetlerini çok olumsuz etkilemesi sonucunda toplumun insanca barınma haklarının önemli ölçüde aşınması gündeme gelmiş ve Türkiye’nin 1989’a kadar giden bu özelleştirmesi dahi tartışmaya açılabilmiştir.

Özelleştirmelerin üç önemli sonucu daha vardır: (i) Yukarıda verdiğimiz tarım sektörü örneği daha geniş ölçekte de geçerlidir: İç pazarın korunmasında önemli rollere sahip olmuş̧ olan KİT sisteminin özelleştirilmesi, bunlar yabancı şirketlerin eline geçmemiş olsa dahi, ulus-ötesi şirketlerin (UÖŞ) ülke ekonomisine veya ilgili sektörlere daha kolay hâkim olmasının, ekonomiyi daha fazla dışa bağımlı kılmasının koşullarını yaratır. (ii) Özelleştirme, kamu iktisadi girişimlerinin satılması/tasfiye edilmesinden ibaret olmadığından, bütün bir kamu hizmetleri sisteminin piyasalaştırılması süreçlerini de içerir ve bu anlamıyla da adeta sonu gelmez bir süreçtir. Bu bağlamda, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modelleri, “yap-işlet-devret” veya “yap-işlet” veya sadece “işlet” modelleri, iç ve dış sermayenin “seç beğen al” modeline dönüşür. Bu bakımdan da özelleştirmeler üzerinden yaratılan talan ekonomisi fiziki kamu varlıkları gibi sonlu değildir. (iii) Çıkarılabilecek bir başka sonuç, özelleştirmelerin salt kamu çıkarlarının değil ülke çıkarlarının dahi gözetilmediği biçimlerde uygulanıyor oluşudur. (Telekom örneği bunun için yeterlidir). 

Neden halka karşı suç?

Bütün bu saptamalardan sonra şu vurgular da yapılmak zorundadır:

- Özel nitelikli olsun toplumsal nitelikli olsun kamunun yönetimindeki tüm mal ve hizmet üretimi kamusal niteliktedir.

- Ama kuşkusuz toplumsal mal ve hizmetlerin yeri ayrıdır; bunlarda yapılan özelleştirmeler halka karşı katmerli suçlar kapsamındadır. En son enerji sektöründe bunun nasıl halkın tüketimine ve refahına karşı bir saldırıya dönüşebileceği en geniş ölçekte deneyimlenmiştir.

Özelleştirmenin toplumsal veya özel mal ayrımı yapılmadan topluca eleştirilmesini gerektiren bir başka boyut da şudur: Devletin çeşitli mal ve hizmetleri üretmek için örgütlenip çeşitli düzeylerde oluşturduğu kamusal mülkiyetler, aslında halkın vergilerine dayanılarak ve halk adına edinilmektedir. Dolayısıyla burada kamusal mülkiyeti aşan bir toplumsal mülkiyet birikimi vardır. Bunlar esas olarak geçmişten kalan mülkiyetler değildir; Cumhuriyet dönemi nesillerinin (son üç-dört kuşağın) ödediği vergilerle oluşturulmuştur. Bunların toplumun ortak mülkiyetinden çıkarılması, sermaye adına yapılan bir mülksüzleştirme sürecinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, toplumsal malların özelleştirilmesinin engellenmesi bir Anayasa hükmü haline getirilmeli, özel nitelikli mal üretimi yapan KİT’lerin özelleştirilmesi ise ancak her biri için yapılacak bir halkoylamasıyla mümkün olabilmelidir. Bunların dışında kalan tüm kamu taşınmazlarının satışı da çeşitli kayıtlara bağlanmalı, örneğin eskiden köy tüzel kişiliğine bağlı olan köy ortak mallarının ve meraların satılması kesinlikle yasaklanmalıdır. 

Demek ki, son 35 yılın özellikle de AKP döneminin tam bir yağmaya dönüşmüş özelleştirmelerinin bu talancı yapısına bile gelmeden önce, bu özelleştirmelerin toplumun ortak mülkiyeti olan birikimlerine idari kararlarla el konulmasının, topluma/halka karşı işlenen suçlar kapsamına alınması gerekmektedir. 

Şunu da vurgulamak gerekir: 1994 sonuna kadar bir Özelleştirme Yasası olmadığından (4046 sayılı Özelleştirme Yasası 24.11.1994’te kabul edildi), özelleştirmeler ancak TBMM kararıyla yapılabiliyordu ve bu durumda AYM süreci çalıştırılabiliyordu. Nitekim gerek KİGEM gerekse anamuhalefet partileri SHP ve CHP bu yolu kullanabilmişlerdi. Ancak 4046 sayılı yasa bunu frenledi. Ardından 1999 yılında 57. Hükümet (Ecevit) döneminde, o zamana kadar özelleştirmeye yer vermeyen 1961 sonrası anayasalarında, 47. maddede yapılan düzenlemeyle özelleştirmeye yer verildi. Aynı değişiklikler kapsamında uluslararası tahkim de 1982 Anayasasına sokuldu. Böylece yerli ve yabancı sermayenin talepleri anayasa düzeyine taşınmış oldu. Ancak belirtilmelidir ki, Anayasada “özelleştirmeye dair bir hükmün” yer almamış olması özelleştirmelere engel olarak görülmemiş ve 7 milyar doları aşkın bir özelleştirme 1986-1999 arasında gerçekleştirilmiştir. Bu konuda AYM karaları da sistem lehine olacaktır esasen. (Bkz. Ali Rıza Aydın, “Yasal ya da Yasadışı, Aynı Kapıya Çıkıyor: Yağma ve Sömürü”, DF 2. Sayı, s. 19-29).

İzleyen süreçte, AKP o zamana kadar görülmemiş bir hız ve yağma anlayışıyla özelleştirme olayına girişecektir. Yağmanın birçok unsuru olmuştur ve kesinlikle değerinin altında satışlarla sınırlı değildir. Bazılarını sayalım: 

- Satılan şirketlerin büyük stok düzeyleri; 
- bankalardaki nakit varlıkları; 
- beklenen karlılık durumlarının özelleştirme bedeliyle yarışması; 
- satış öncesi yapılan devasa iyileştirme yatırımları; (özelleştirme gelirlerinin önemlice bir bölümü geride kalan şirketlerinin satışa hazır hale getirilmesi için harcanacaktır);
- personelin kıdem tazminatlarının devletçe üstlenilmesi; personelin bir bölümünün devletin başka birimlerine kaydırılması; 
- özelleştirme bedelinin kamu bankaları üzerinden finansmanı yoluyla alıcıya ikramlar yapılması;
- özelleştirme bedelinin tahsilinin yıllara yayılması ve bu süreçte bu bedelin kâr payları üzerinden ödenebilmesi;
- özelleştirilen sektörde şirket lehine düzenlemeler yapılması ve alanın temizlenmesi, vb…

Bu yağma biçimlerine ilişkin bazı somut örneklere Dayanışma Forumu Dergisinin ikinci sayısında yazdığımız makalede (“Özelleştirme: İlkel Sermaye Birikimi”, s.46- 52) yer verdiğimiz için oraya gönderme yapmakla yetiniyoruz. Ama şu kadarını belirtelim, özelleştirmeler bu kadar açık bir talana dönüşmemiş olsaydı dahi “halka karşı işlenen suç” kapsamına girerdi. Talanın boyutları, suçun şeklini değiştirmemiş, sadece boyutlarını büyütmüştür.

Bu özelleştirmelere karşı devletleştirmenin meşruiyeti bugünlerde olduğu kadar toplumun (en azından bir bölümünün) bilincine sıçramış bulunmuyordu. (Bu konuya 20 Şubat tarihli Birgün Pazar’da genişçe değindim). Bu bakımdan, enerjiden başlamak üzere devletleştirme taleplerinin daha yoğun bir biçimde toplumun gündeminde tutulması ve Meclis içi muhalefetin zorlanması gerekir. Sol hareketlerin halkın sesi olarak sahneye çıkmasının tam zamanıdır.