"Her karış özelleştirildi; madenciler; HES, JES, GES gibi enerji şirketleri ve turizm şirketleri arasında paylaştırıldı. Toprağına, ülkesine, memleketine sahip çıkanlara kolcularla saldırıyorlar."

Osmanlı'yı aştık

Ülkenin durumu, Osmanlı’nın son yıllarına ürkütücü derecede benzemeye başladı. Arada farklar var elbette, ancak onları Türkiye’nin yararı hanesine yazamıyoruz.

Düyun-u Umumiye, Osmanlı maliyesine çeki düzen vermek gibi bir misyonla kurulmuştu. İmparatorluğu düzgün yönetmek; gelirlerini-giderlerini kayıt altına almak; kayıp-kaçakları önlemek; borçların ödenmesinin güvencesi olmak, gibi görevlerini başarıyla gerçekleştirdi. Böylelikle Osmanlı ekonomisinin kurumsal yapısı, emperyalizmin iştahına sunulabilecek gelişkinliğe ulaştı.

Günümüzde, soygunun sürdürülebilmesi için kuralsızlık öğütleniyor. Kayıtların düzensizliğini; kamu borçlarının yükselmesini umursayan yok. Kamu varlıkları ya satılıyor ya da Türkiye Cumhuriyeti yasalarının işlemediği, kamu olup olmadığı belirsiz örgütler kurularak devrediliyor. Karanlıkta yitip gidiyorlar. Tekellere alacakları karşılığında bir ülke sözü verilmiş olmalı. Yoksa bu kargaşaya sessiz kalmazlardı.

Soygun örgütlerinin en bilinenleri Özelleştirme İdaresi; Varlık Fonu; İstanbul Finans Merkezi. En yaygın araçları ise yap-işlet-devret; devlet-sanayi işbirliği.

Osmanlı’da demiryollarını yapan yabancı şirketlere maden imtiyazları ve kilometre garantileri verilirdi. Günümüzde, madenler için ayrı platformlar kuruluyor. Projenin yapılacağı topraklar “yatırımcısına” ücretsiz veriliyor; vergi vb bağışıklıklar ile teşviklerden yararlandırılıyor; işletmeye açılmasıyla birlikte 49 yıla değin sürecek “tahsilat dönemi” başlıyor. Sözleşmelerle verilen garanti tutarına ulaşılmamışsa, bütçeden karşılanıyor.

Sisteme yönelik eleştiriler, bütçeye getirdiği yük üzerinde yoğunlaşıyor. Bu doğru bir yaklaşım olamaz. Bugün araç sayılarının az oluşuna takılmayalım. Altyapı yatırımları, ekonomik yaşamı dönüştürür ve zaman içinde müşterisi artar. Eleştirilerimizi bütçeye getirdiği yükle sınırlı tutarsak, emperyalizmin ilişkiler ağını göremeyiz. Gelecekteki sermaye dostu iktidarlar “ o kadar karşı çıkmıştınız, hepsi bizim oldu…” diye övünür dururlar.

Yap-İşlet-Devret projeleri pazarının 85 milyon potansiyel müşterisi var. Çoğumuz farkında değil ama gitmesek de görmesek de tükettiğimiz ürünlerin maliyetlerine ekleniyor. Parayı ödeyen gene biz oluyoruz.

Yeri gelmişken yanlış bir algıyı düzeltelim: Tekellere tanınan çıkarların parasal büyüklüğü, bütçelere getirdiği yükten ibaret sanılıyor. Gişelerde toplanan ve şirketin kasasına girecek paraları eklemezsek kamuoyunu yanıltırız.

Şu gelişmeden de söz edilmeli: Yap-İşlet-Devret yöntemini günün gerçeklerine uyarladılar. Akkuyu Nükleer Santralını yapan Rus şirkete “Yap – sahip ol” hakkı tanındı. Yüksek tarifeden fatura ettiği enerjiyi ömür boyu satın almak zorunda kalacağız.

Büyük ölçekli altyapının, borç almadan, bütçeden tek kuruş ödemeden yapıldığı sözünün doğru olduğunu teslim etmeliyiz. Ama bu doğru, önemli bir yanlışı gizlemek amacına hizmet ediyor: borç alıp yapsalardı borcumuzu bilirdik. Devletle tekeller arasında hukuksal anlamda borç ilişkisi kurulmadığı için ulusal hesaplarda gösterilmiyor ve bu yüzden onlarca yıl sürecek yükümlülükler kayıt dışı kalıyor.

Osmanlı’nın son dönemleriyle benzeşen noktalardan biri de vakıfların bolluğu.

Ayanlar, 18 yüzyıl boyunca topraklarını genişletmeye giriştiler; terk edilmiş ya da köylülerin kullandığı tarım topraklarını işgal ettiler. Bunlarla vakıf kurdular. Böylelikle hem mülkiyet sorununu çözdüler hem de vergilerden kurtuldular. Çeşitli kaynaklarda 18. Yüzyıl'ın sonlarına gelindiğinde Anadolu’daki tarım topraklarının dörtte üçünün vakıfların denetiminde olduğu vurgulanır.

Vakıf istilası, bugün de gündemde. Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM), Osmanlı döneminde kurulmuş vakıflar ve bunların taşınmazlarını araştırıyor. Kamu kurumlarının mülkiyetine geçmiş olanlarını bulup devir alıyor. Bu amaçla yasa çıkarıldığı için yargıya da başvurulamıyor. Sahiplendiği topraklar üzerinde bugün AVM’ler yükseliyor.

Çok sayıda yeni vakıf kuruluyor; hemen hepsinde cemaat izi var. Gizli-açık yöntemlerle kamu kaynaklarından besleniyorlar ve varlıkları milyarlara ulaşıyor.

Dinci söylemleri Osmanlı’dan miras almışız: Osmanlı’nın son dönemlerinde bütçe açıkları büyüdükçe saraydaki altın ve gümüş tabaklar eritilip para basılırdı. Sıkıştıklarında; “mücevherat şeriata aykırıdır” doğrultusunda fermanlar çıkarılır, vatandaştan ziynet eşyalarını vermesi istenirdi. Şimdilerde bu hizmeti Diyanet İşleri Başkanlığı görüyor.

Toprak egemenliği konusunda da şaşırtıcı benzerlikler var.

Osmanlı’nın hangi sultan döneminde ne kadar toprak yitirdiğinin hesabını tutmak bize yakışmaz. Ama küçük bir karşılaştırma yapılabilmesi için şu bilgiler gerekli: Osmanlı, 1800-1880 arasında topraklarının yarısını yitirmişti.

Biz, Türkiye Cumhuriyetinin topraklarının aynen durduğunu sanıyoruz. Oysa gerçek hiç de öyle değil. Her karışı, özelleştirildi; madenciler; HES, JES, GES gibi enerji şirketleri ve turizm şirketleri arasında paylaştırıldı. Toprağına, ülkesine, memleketine sahip çıkanlara kolcularla saldırıyorlar.

Osmanlı’ya özeniyorduk: aştık!..

Metin Çulhaoğlu ile 1970'li yıllarda TİP, 2000 sonrasında TKP saflarında birlikte olduk. Önemli bir Marksist, düşünce ve eylem adamıydı. Ölümü hepimizi üzdü. Başımız sağolsun.