"Müslüman için veba bir bela değildir, aksine Tanrı’nın inayetidir. Bu sebeple vebadan korkmak ve ona karşı alınan bütün tedbirler günahtır." Moltke “Gâvur” mavur ama biliyor!

Osmanlı'nın vebayla dansı

Andrew Nıkıforuk’un alt başlığı “Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi” olan kitabı “Mahşerin Dördüncü Atlısı” adını taşıyor. Bu tanımlamayı Eski Ahit’tin altıncı bölümünden aldığını ve vahiy’e göre her atlının kendine özgü misyonu olduğuna işaret ediyor. İlk üç atlı sırayla yaşamı, savaşı, kıtlığı temsil ederken dördüncü atlı soluk ve kansız bir atın sırtındadır. Ölümü temsil etmektedir ve ölümün diğer adı vebadır. 

Bütün kitaplı dinlerde vebadan söz ediliyor ve insanoğlunun yapmış olduğu densizliklerden ötürü Tanrının gönderdiği bir musibet olduğu ileri sürülüyor. Ancak İslam, sözcük anlamı “uğursuz” olan bu musibetin sanıldığı kadar kötü olmadığını, hatta tersine, insanı manen ve zihnen derinleştiren, olgunlaştıran bir yanına dikkat çekerek diğer kitaplı dinlerden kendisini ayırıyor. 

Tam bu ayrım çizgisine gelindiğinde görmemiş olsanız da en azından adını duyduğu o gariban hayvancık porsuk aklıma geliyor. Ve ben “porsuk” üstüne verilen misali pek öğretici bulduğumdan aktarmak istiyorum:

“Porsuk denilen bir hayvan vardır, boyuna dayak yedikçe semirir. Onu dövdükçe iyileşir, sopa vuruldukça semizleşir! Gerçekten müminin nefsi de porsuk gibidir, zahmet ve mihnet onu güzelleştirir, semirtir. Musibet ve acıların bazısı insanı manen olgunlaştırmak ve temizlik içindir (… ) Dolayısıyla bu tür musibetler insan için ilahi bir ikram ve nimettirler (…) İnsanın karşılaştığı kimi musibet ve belalar da yaptığı yanlışların, zulmün karşılığıdır. Evet korona mazlumların ahı ve lanetidir diye bilir miyiz? Kısacası Allah kimseye zulmetmez. Kula düşen isyan ve günahını terk edip tövbe etmektir.”

Gayet öğretici olarak düşündüğüm bu misalde geçen korona, bana öyle geliyor ki güncelleme neticesi olarak önümüze düşmüştür. Siz bunu çekiniksiz bir şekilde veba olarak okuyabilirsiniz. 

 Dünyanın bilinen en büyük veba salgının XIV. Yüzyılın ikinci yarısının hemen başında ortaya çıktığı bilgisine sahip bulunmaktayız. Göçebe Moğol atlılarının terkisinde “pire” kılığına girmiş olarak Çin’den başlayan veba mikrobunun yolculuğu Kafkasya’da, Kırım’ın Karadeniz’in kıyısındaki Kefe liman şehrine kadar sürüyor. Moğol göçebe ordusu vebalı ölülerini döke saça geldiği Kefe önlerinde büyük bir dirençle karşılaşınca, kimin aklına gelir, mancınıklarla vebalı ölülerini surlardan aşırarak Kefe’yi veba musibetiyle tanıştırıyor. Moğol çapul yapıp çekildikten sonra Cenevizli tacirler, gemi ambarlarına istifledikleri esir,kürk ve keresteden oluşan değerli yüklerini Avrupa’nın Akdeniz liman şehirlerine boşaltıyor. Bir de pireler!

Avrupa’da veba hızla yayılıyor. Papa IV. Clement’in, bunları Daniel Panzac’ın “ Veba” kitabından okuyoruz; ölü sayıcıları, 1348-1351 yılları arasında vebanın Avrupa’nın nüfusunun üçte biri olan 23 milyon 840 bin insanın ölümüne neden olduğunun haberini veriyorlar. Kediler, cadılar ve Yahudiler için ayrı bir sayfa açıyor ölü sayıcılar. Tahmini olarak 10 milyon kedinin , sayıları bilinmeyen çoklukta cadı ve Yahudi’nin öldürüldüğünü kayıt altına alıyorlar. Yahudilerin öldürülmesi, sağ kalanlarında tehcire tabi tutulması Avrupalı tacirleri ekonomik olarak rahatlatıyor. Nasıl rahatlatmasın, Yahudi tefecilerden ve bankerlerinden faizle alınan borç paraların üzeri çiziliyor. 

Cadılar ve kediler birlikte değerlendiriliyor. Vebanın cadılar yüzünden çıktığı dedikodusu yayılınca cadı avına çıkılıyor. Cadıların teşhisinin nasıl yapıldığı tam olarak bilinmiyorsa da bunu kıskanç kadınların dedikodularına pekala bağlayabiliriz. Kedilerin ise talihsizliği, yazık, geceleri gözlerinin parlıyor olması. Parlayan göz onların cadıların büyülü yardakçıları olduklarının delili oluyor. Öldürülüyorlar… 

Ne zaman biteceğini tam olarak kestiremediğim bu yazının konusu olan vebayı Osmanlı topraklarına halen sokamadığımın farkındayım. Vebanın Avrupa’daki dansını noktalamadan önce yapacağım son değinme hekimlere dairdir:

“…Latince konuşan, kibirli ve hasta muayenesinden çok teorik tartışmalara yer veren ve uzun elbiseli, siyah külahlı bu hekimler saygın bir yere sahiptiler. Kiliseye bağlı olan bu hekimler cerrahi müdahaleleri küçümser, bu görevi emirleri altında bulunan berber-cerrahlara bırakırlardı (…) Hekimler hastalığın kendilerine bulaşacağı korkusuyla hastanelerden uzak durup hastanelerde kalan bu cerrahları sokaktan bağırarak yönlendirirlerdi…” Nasıl ama!

 Hekimleri önerdiği çare gayet basit ve sade:

Çabuk kaç, uzağa git, hemen dönme!

Varlıklı takımı kaçıyor, kır evlerine çekiliyor, geride bıraktığı şehir evini dezanfekte ettiriyor. Ama güvenemiyor, deney faresi niyetine evsiz fakir bir aileyi çoluk çocuk falan eve yerleştiriyor. Ölürlerse bir kez daha dezanfekte ettiriyor, tatilini uzatıyor,. ölmezlerse ne âla…

Yetmiyor, başkaca önlemler gerekiyor. Veba Osmanlı coğrafyasına doğru yolculuğa çıkarken halk sağlığının önemini kavrayan Avrupa’nın şehir devletleri veba evleri açıyor, yayılmayı önlemek için ilk karantina uygulamalarını başlatıyor. Kilise hasta ve ölü sayılarını tutmaya başlarken bir yandan da merkezi önlemler alınmaya başlanıyor.

Osmanlı mı?

Bu musibet Osmanlı’da hep var ve olması da pek yadırganacak bir durum değil. Zira fetihçi ve ekonomisi çapul üzerine kurulmuş bir devletin istila ettiği topraklarda vebayla tanışması kadar olağan ne olabilir. Yalnızca bu da değil, Osmanlı; tüccarların, seyyahların, misyonerlerin mesken tuttuğu bir coğrafya üzerinde yer alıyor ve vebanın taşıyıcıları arasında bunların da olduğunu okuyarak öğrenmiş bulunuyoruz. Bir de Orhan var. Anladığım kadarıyla kuruluştan itibaren şiddeti, kapsayıcılığı değişmekle beraber veba bu topraklardan hiç eksik olmuyor. 

Orhan dedim ya, henüz “sultan” yoktur. Osman’ın oğlu ve kurucu beylerdendir. Bazı kaynaklar Orhan’ın vebadan öldüğünü yazıyor. Bizans işi olmalı diye düşünüyorum. Bunun için sağlam bir nedenim var. Orhan’ın Bizans’la yakın ilişkileri var zira damattır, dört karısından üçü o diyardan oluyor! Fikrimdir; Söğüt’e vebayı taşıyan Orhan’dır! 

Büyük salgın Fatih dönemine denk geliyor. Fatih Mehmet’in büyük veba salgının İstanbul’u kırıp geçirdiğini Rumeli seferi dönüşünde yolda öğreniyor. Şehre girmiyor. Kaçıyor ve uzağa gidiyor. Veba çekilinceye kadar da Trakya dağlarında avlanıyor. Talihsiz olmalı 1466’da yaşanılan bu salgından kısa bir süre sonra, 1475’te yeni bir salgın İstanbul’u vuruyor. Bu defa eski başkente, Edirne’ye kaçıyor. Aradan üç yıl geçiyor geçmiyor, sultan hazretleri inşaatı yeni biten Topkapı Sarayı’na hevesle yerleşme hazırlığı yaparken veba onu tekrar ablukaya alıyor canını Edirne’ye atarak zor kurtarıyor. Yani sahiden talihsiz. Veba koca sultanın yakasından düşmüyor. Sözün kısası adamcağız bin bir zahmetle zapt ettiği İstanbul’da bir türlü huzur bulamadan genç denebilecek bir yaşta, 51 yaşında ölüp gidiyor. Tarihçiler ölüm nedeni olarak zehirlenmeyi gösterse de benim fikrim Fatih Mehmet’in kaderi olarak zuhur ettiğini düşündüğüm vebanın sonunda onu yakaladığı yönündedir.

Oğlu Yavuz Selim’in vebadan öldüğü ise kesindir. Koca Yavuz Selim’e hekimlerin yakıştırdığı hastalık “aslan pençesi”dir. Oysa aslanpençesi, vebanın en paşa belirtisi olan bildiğiniz hıyarcık”tan başkası değildir. Tahminler Mısır seferi dönüşünde hastalığı kaptığı yönündedir. Ölümünün acılı olduğunu okuyoruz.

 Tarih-i Gılman’da 3.Murat döneminde ortaya çıkan veba salgını şöyle başlıyor:

“…Fukaraya sadaka ve zekât vermemeğe başladılar. Halk ta zina ve livata’ya eğilim ve düşkünlük göstermeğe başladı (…) Kul tayfası pek fazla bozuldu, ayaklanır oldu. Kısacası sözü edilen esnafın her biri şu Hadis-şerif’in anlamını dikkatten uzak tuttular: ‘Bir beldede zina ve kumar ya da kötülük baş gösterir ve doğruluk yok olursa Yüce Tanrı dört şeyle temizler; yangınla,kıtlıkla,,salgın hastalıklarla,savaşla. Tanrı dilediği şeyi yapar dilediği şeye hükmeder. Bu hadiste belirtildiğine öre, bundan önce kaç kez veba çıkıp bir iki ay içinde her gün yedi sekiz yüz adam ölmüştü. Ama bu derece felaket ve uyarı gördükleri halde uslanmamışlardı…”

1597’de bu defa 3. Mehmet döneminde başlayan salgının yalnızca sokaktaki adamı değil, sarayı da telaşlandıracak denli büyük olduğu anlaşılıyor ki başta sultan olmak üzere devlet adamları, alimler, şeyhler ve ahalinin İstanbul’u boşaltıp ıssız bıraktığını öğreniyoruz. Yüksek tepelere çıkıp toplu halde Ahkâf ve Duhan surelerini okuyorlar, dua ediyorlar. Bunların öylesine tesadüfi seçilmiş sureler olmadığını bilmeniz için şu notu düşmem gerekiyor: Her iki sure de Allah’ın Ademoğluna gönderdiğine inanılan cezaları kapsıyor ve bu gibi durumlarda faydalı oldukları daha önce deneyimlenmiş yakarış ve bildirimlerdir. 

Seslerini duyuramıyorlar. Duaların ve yakarışların Allah’a ulaşması için daha da yükseklere çıkılması şartını ileri süren din adamlarının tavsiyesi üzerine, daha yükseğe , Alemdağ tepesine çıkılıyor. Devamı şöyle:

“…Gece orada kalındı. Şifa niyaz edildi. Tarihçi Selanik’e göre daha önce İstanbul’un farklı kapılarından günde en az 325 tabut çıkarken bu duadan sonra ölü sayısı 100’e düşmüştür.” Duaların gücüne bağlanıyor. Burada Tarihçi Selaniki hangi surenin daha kuvvetli olduğuna dair bir bilgi vermemektedir.

 Siz inanmayın. 1597’den itibaren 1700’ün başlarına kadar salgın yok. Veba ortadan kayboluyor. Ve bu özellikle Alemdağ’ında edilen dualar ile Ayasofya’da verilen vaazların samimi seslenişlerine bağlanıyor. Şu da var, yalnızca dua ile her zaman beklenen sonuca varılamadığı anlaşılınca ki bazen varılamıyor, tavuk/güvercin desteğine başvuruluyor. Bu oldukça basit bir yöntem ancak hastalığın belirtilerinden yalnızca biri olan hıyarcık, hani şu Aslanpençesi üzerinde uygulama imkânı bulunuyor. Merakınızı gidermek için küçük bir parantez açabilirim; hekimler bakıyorlar, vücudun bir yerinde hıyarcık boy vermiş. üzerine canlı tavuk ya da canlı güvercin koyuyorlar. Onlar ne yapsınlar, gagalıyorlar. Hayvan ölürse hastalığın zehrini çekmiş olarak kabul ediliyor, bu şekilde hastalığın iyileşeceğini düşünüyorlar. Bunları okuduklarımdan aktarıyorum. Yöntemin işe yaradığına dair bir bilgiye rastlamadığımı da belirtmek isterim.

Osmanlı ve İslam aleminde vebanın mücadele edilmesi gereken korkutucu bir hastalık mı yoksa Allah’ın insanları manen olgunlaştırmak için gönderdiği bir lütuf, bir terbiye aracı mı tartışması kaçış, dua, sabır ve gagalama üzerinden sürerken ; modern anlamda ilk karantina uygulaması 1831’de İstanbul’u kasıp kavuran büyük salgın sırasında başlatılıyor. Osmanlı’nın “Büyük Petro’su“ olarak bilinen 2. Mahmut , Maltepe’de bir hastane, Kızkulesi’nde de bir veba evi açıyor. Ardından bir de Karantina Meclisi… Başına da Avusturya’da getirttiği bir uzmanı tayin ediyor. İkinci Mahmut mu? “ Gâvur Padişah” olarak biliniyor. Zındık” diyoruz.

Sonraları Alman ordusunda genelkurmay başkanlığı da yapacak olan Helmuth Von Moltke, Mahmut döneminde haritacı ve askeri öğretmen olarak 1835-39 yılları arsında Osmanlı topraklarında bulunuyor. Vebanın Osmanlılar için ne ifade ettiği ve onun halkla olan samimiyetinin boyutuna dair gözlemleri var. Bir çalım yazının başında geçen porsuk hikâyesindeki acı çektikçe semiren ve güzelleşen insanları hatırlatıyor bize:

“Buradan pek uzak olmayan bir bataryada( askeri birlik) vebalılar için bir hastane kuruldu; bataryadaki bir tabur askerin hemen hemen üçte ikisi öldü. Birkaç defa, az önce bir arkadaşlarını gömmüş olanların tabut örtüsünü sırtlamış, tasasızca şarkı söyleyerek, salına salına yerlerine döndüklerini gördüm...” Bu noktaya gelince küçük bir parantez daha açmak zorunluluğunu duyuyorum, Moltke’nin “şarkı” olarak duyduğu nağmelerin büyük bir ihtimalle ölünün arkasından getirilen “salavat” olduğunu düşünüyorum. Salavatın grup halinde söylenmesi halinde , İslam adetlerini bilmeyenlerin kulağına neşeli bir “şarkı” olarak gelebileceğini olağan karşılamak gerekir. Cenazecilerin dönüş yolunda salınmalarına gelince, bunu da yürüyüş halinde çektikleri “zikre” bağlamanın bir sakıncası olmadığını düşünüyorum. Ama nereden bilecek gâvurcuk! 

Her neyse devam ediyor Moltke ve şöyle:

“…Orada ölenin mirasını aralarında paylaştılar ve büyük bir ihtimalle kendilerine üç defa yirmi ört saat içinde ölümü getirecek olan bir ceket ya da pantolonu aldık diye çok sevindiler. Korkunç ölü sayısı, her gün görülen örnekler, bulaşmanın açıkça görülen delilleri bu adamları itikatlarından vazgeçirmiyor. ‘Allah Kerim’, kaderden kaçılmaz! Müslüman için veba bir bela değildir, aksine Tanrı’nın inayetidir ve bundan ölenlerin şehit sayılacağı Kuran’da açıkça bildirilmiştir. Bu sebeple vebadan korkmak ve ona karşı alınan bütün tedbirler sadece lüzumsuz değil, aynı zamanda günahtır.” 

Dikkatinizi çekmiştir, Moltke “Gâvur” mavur ama biliyor! 

Şimdi mi?

Veba kılık değiştirmiş. Dans devam ediyor. Vesselam!

Kaynaklar:
Andrew Nıkıforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı,İletşim yayınları,2000,İst.
Selahattin Yıldırım, Doğru Haber Gazetesi, 21 Mart 2020,köşe yazısı.
Danıel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba,Tarih Vakfı yayınları,2011 İst. 
Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları,oğlak yayınları ,1999, İst.
Mehmet Halife, Tarih-i Gılmani, MEB yayınları,1976,ist.
Helmut Von Moltke, Türkiye Mektupları, Remzi kitabevi, 1969,İst.