Osmanlı Devleti’nin güçlü bir imparatorluk olduğu çağlarda ülkesine gelen yabancı devlet temsilcilerinden uyulmasını istediği kurallar, benim tetkiklerime göre pek de zor değildir.

Osmanlı’da elçilerin halleri ve örselenen karizma

Osmanlı Devleti Üçüncü Selim’e gelinceye kadar geçici görevle gönderilenler hariç yabancı devletlerde elçi bulundurmadı. Bunun nedeni olarak Osmanlı’nın kendisini bu devletlerle eşit görmemesi gösterilir. Buna karşılık söz konusu devletlerin İkinci Murat’tan itibaren Osmanlı’da temsilci bulundurdukları görülmektedir. İtalyan krallıklarından biri olan Venedik bu işe ilk soyunandır. Ardından Lehistan, Fransa, Avusturya, İngiltere, Hollanda, Rusya İstanbul’da daimi elçiler bulundurmuştur. Osmanlı, takındığı azametin gereği olmalı ülkesine gelen elçileri sınırdan girdikleri andan itibaren en iyi şekilde ağırlamağa çalışmış onlara kibar davranmıştır. Ancak “hal ve gidişlerini” beğenmediği elçileri, şarklı ve İslam kaynaklı “elçiye zeval olmaz” sözünü çiğneyip ara sıra hırpaladığı, hatta bazen de falakaya yatırıp temizce dövdüğü bilgimiz dahilindedir. Bu ilk bakışta ağır bir ceza olarak görülebilir ama 1462 yılında Eflak Beyi Vlad’ın, Rumenlerin ulusal kahramanı olan Kont Drakula, hem de Fatih Mehmet gibi birinin elçilerinin, küstahlığa bakar mısınız, kafalarına sarıklarını çivilettiği düşünüldüğünde falaka cezasının lafının dahi edilemeyeceği açıktır.

Osmanlı elbette “Kazıklı” lakaplı Vlad gibi hunhar değildi. O sadece hal ve gidişlerini” uygunsuz bulduğu elçileri azarlar ya da döver bazen de eşeğe ters bindirip ülkesine gönderirdi. Öte yandan ceza çeşitliliği açısından değerlendirildiğinde Osmanlının çok daha incelikli ve yaratıcı olduğunu söylemek durumundayız. Eflak beyi Vlad gibi kabalaşmadığı ortadadır.

Kayıtlara geçen ilk hadise İkinci Beyazıt döneminde gerçekleşmiştir ki buna cezalandırma demek epeyce abartılı olacaktır. Önceleri işret sever ve fevkalade afyoncu olmakla birlikte sonradan kendini namaza niyaza verip tövbe etmiş ve Tarihe “sofu” olarak adını yazdırmış olan bu sultan (Ö.1512), 1497’de bir ticaret antlaşması imzalamak üzere Moskova’nın isteği ile İstanbul’a gelen Mihail Plechtcheef namlı elçiyi kabul etmek için acele etmemiş onu biraz bekletmiştir. Bunu özellikle yaptığı da notlarımız arasındadır. Biraz dediğim yazılanlara göre üç beş hafta kadar olduğudur! Bu sure içinde de kendisine protokol kuralları öğretilmiştir. Kurallardan biri konuşurken sultanın yüzüne bakılmayacağı, sadece sultanın yanında edeplice durmakla yükümlü olan sadrazama hitap edilmesi gerektiğidir ki bu kural sıkı sıkıya tembihlenmiştir. Yok, sanki bu husus defalarca tembihlenmemiş gibi sultanın yüzüne dik dik bakarak konuşmaya başlayıp sadrazamın sus, mus, işmarlarına aldırmadan sözlerine devam etmesi üzerine sultanın huzurunda evire çevire bir güzel sopalanmış, üç beş gün hapiste tutulduktan sonra ülkesine gönderilmiştir. Üstüne üstlük elçinin peşinden bir de mektup göndermiştir Beyazıt, Moskova prensine:

“Bana bir daha elçi diye böyle odun gibi Moskof değil, terbiye ve nezaket kuralların bilen adam gönderesin!”

Şimdi Yavuz diyoruz. Sultan Selim (Ö.1520). Memluk Sultanı tarafından gönderilen elçiden, kendisinin daha önce gönderdiği elçilerin hapsedildiğini öğrenince,gayet asabi karakterli olduğunu bildiğimiz Yavuz, Memluk elçisinin ve on iki kişilik maiyetinin boyunlarının derhal vurulmasını istemiştir. Bilinen hikayedir, Sadrazam, “elçiye zeval olmaz” diyerek sultanı bu kararından döndürmüştür. Ancak, elçinin on iki kişiden oluşan maiyetinin öldürülmesini engelleyememiştir. Elçiye de küçük bir ceza verilmiştir. Saçı sakalı kesilmiş katrana bulandıktan sonra eşeğe ters bindirilerek serbest bırakılmıştır.

Terbiye ve nezaket:

Osmanlı Devleti’nin güçlü bir imparatorluk olduğu çağlarda ülkesine gelen yabancı devlet temsilcilerinden uyulmasını istediği kurallar, benim tetkiklerime göre pek de zor değildir. Tamam tek taraflıdır yani şimdilerde çok kullanılan “mütekabiliyet” ilkesine uygun düşmüyorsa da fikrimce bunun onun benzersiz azametine ve şanına bakarak doğal kabul edilmesi gerekir. Uyulmasını istediği şey sadece biraz terbiye biraz nezakettir!

 Yabancı kaynaklar ve buradan beslenenler “zülüm” diyor. Her şeyden öne elçi efendi ve maiyetinin sınırdan itibaren gayet nazik karşılandığını, bütün ihtiyaçlarının, yeme,içme, konaklama,araç,gereç, güvenlik devletin kesesinden temin edildiğini görüyoruz.İşte yabancı kaynakların “zülüm” olarak tarifledikleri ama esasında incelikler manzumesi olan protokol sarayın kapısından itibaren başlıyor:

Elçi, sultanın huzuruna kabul edilmeden önce sadrazamla görüşürdü. Sadrazamdan sultanın huzurunda nasıl davranacağına dair ilk dersleri aldıktan kapıcıbaşı tarafından sultanla görüşeceği odanın kapısına kadar getirilirdi. Burada ayakta beklemeğe başlardı. Bekleme süresi elçinin mensup olduğu ülkenin sultanla ilişkisinin düzeyine bağlı olarak değişirdi. Bazen hemen içeri alındığı gibi bazen de saatlerce kapının önünde bekletilmesi olağan uygulamalardandı… Ne yapsın beklerdi adamcağız… Şimdi içeri girecek…

Sağlam yapılı iki yeniçeri elçiyi kollarından tutarak koltuğuna girer ve adeta ayaklarını yerden keserek sultanın huzuruna getirirlerdi. Bitmedi. Bir de çöktürmek var. Görevli çavuş, elçinin dizlerinin üstüne çökmesini isterdi. Çökerse ne alâ. Çökmezse ensesinde bastırır ve çöktürürdü. Çökük vaziyette dizlerinin üstünde sultanın önüne kadar gelen elçi onun eteğini öper ve ayağa kalkardı. Elçinin konuşurken,sultanın yüzüne bakması haddi olmadığı gibi terbiyesizlik faslı dahilinde değerlendirildiğinden sadrazama bakarak sultana hitap etmesi istenirdi!

Tabii ki bu kurallar bazen değişirdi. 1728’de İstanbul’a gelen Fransız elçisine Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın yanına oturma onuru verilmiştir. Bu durumun, o güne kadar, oturmalarına izin verildiğinde altlarına sadece alçak bir tabure lütfedilen diğer elçilerin kulağına gittiği ve büyük bir kıskançlık krizine neden olduğu yazılmaktadır.

Nereden nereye!

Günümüzdeyiz… Cumhurbaşkanı R.T.E’nin açıklamasına bakar mısınız :

“Burası Türkiye, Türkiye. Burası öyle zannettiğiniz gibi bir kabile devleti değil. Burası Türkiye,anlı şanlı Türkiye. Buradan kalkıp Dışişleri Bakanlığı’na talimat verme gibi bir yola giremezsiniz. Gerekeli talimatı ben de Dışişleri Bakanlığımıza verdim. Ne yapması gerektiğini söyledim. Bu 10 tane büyükelçi, bunların bir an önce istenmeyen adam ilan edilmelerini hemen haledeceksiniz dedim. Zira Türkiye’yi tanıyacaklar, anlayacaklar, bilecekler,bilmedikleri,anlamadıkları gün burayı terk edecekler.”

Tayyip Bey’in bu sultani edası, çalımlı duruşu, heybetli sözleri pek güzeldi ve duymamla tamam dedim kesin hadlerini bildirecek ve yüreğimizi soğutacak. Ancak ne kadar yazık, arkası gelmedi. On küçük zenci, hay Allah olmadı, on büyükelçinin yaptığı ve kıyametin kopmasına neden olan “Kavala”yı serbest bırakın yollu ilk açıklamaya zerre kadar atıfta bulunmadan yaptıkları ve Viyana Sözleşmesi’ne gönderme yapan ikinci açıklamayı özür olarak kabullenip, buradan bir zafer anlatısı çıkartmak, diplomasinin sıkıştığında başvurduğu “her derde deva “türünden her iki tarafı da rahatlatan söyleminin bir örneği olmalı.

Osmanlı dedelerimizin nezaketsiz ve terbiyesiz elçileri nasıl cezalandırdığını anlatmaya çalıştım. Hani kazıklı Voyvoda gibi bir elinde eline çekiç, diğer elinde çivi giriş şu had bilmez keferelere, ya da eşeğe ters bindirip geldikleri yere gönder falan demedik ama bu kadar celallenip milleti coşturduktan sonra bari falakaya yatırsaydın da yüreğimizi soğutsaydın! Ya da sıkı bir Osmanlı tokadı. Şimdi ne anladık bu açıklamadan. Vallaha ne diyeyim bilemedim, dilim de varmıyor ama sanki örselenmiş gibi karizman!