Örgüt, insanlığın toplumsal mücadele içinde ve onun bir ürünü olarak ulaştığı araçların en önemlisi, en etkilisi, dolayısıyla en değerli ve vazgeçilmez olanıdır.

Örgüt

Kim bilir kaç kez yazmışızdır. Söylemek ayrı. Yüzlerce kez söylersin, tümü de unutulur; bir kez yazdığında kayda geçer, döner döner bakılır; sövülüp sayılmaktan göklere çıkarılmaya kadar iki uç arasında salınır durur. “Söz gider, yazı kalır” denilirken anlatılmak istenen budur; ya da anlatılmak istenenlerin arasında bu da vardır, diyelim. 

Bizim, bizim soyumuzun demek istiyorum, ayırt edici işaretlerinden biridir. Örgüt de örgüt der, tuttururuz. O kadar ki, bu eğilimde olmayanlar, düşmanlık düzeyinde bir karşıtlık içinde olmasalar bile “yeter” diyebilirler. 

O bıkkınlık getirenlerin kimileri, dilimizde çok kullanılan “hep aynı terane” sözüyle de karşı çıkabilirler. Dilimizde çok kullanılan derken, hemen, acaba hâlâ öyle midir sorusu da takıldı aklıma. Olmayabilir, hatta olmaması daha yüksek olasılıktır. Öyleyse, biraz buradan ilerleyebiliriz. Bu söz üzerinde durabiliriz.

Buradaki “terane” bizim dilimize Farsçadan geçmiş bir sözcük. Birincil anlamını ezgi, makam, nağme sözcükleriyle karşılamak mümkün. Türkçe sözlüklerde bir de ikincil anlamı ile karşılaşıyoruz: Çok fazla yinelendiği için usanç veren söz.

Gerçekten de kimi zaman bıktıracak kadar çok kullanırız. Yine bizim soyumuz diyorum. Konuşurken, konuşurken neyse ne de, az önce konuşulanların unutulmaya daha açık olduğunu söyledik, yazarken de örgüt demeden edemeyiz. Pek yeri gelmediyse bile, ne yapar eder, sözü buraya getirir, işte örgüttür, örgüt olmadı mıydı hiçbir şey olmaz, falan der bitiririz. 

Yanlış mıdır? Kesinlikle hayır. Bıktırıcı mıdır? Biraz öyle sayılabilir. Ama hiç bıktırıcı olmayan bir öğrenim ve öğretim var mıdır? Çocuklar için herhalde vardır, olmalıdır, bilenler bilir. Yaşını başını almış, daha doğru bir anlatımla, çocukluğu epeyce geride bırakmış insanlar için, dolayısıyla apaçık bir gecikme söz konusuyken de bıktırıcılıktan dem vurulabilir. Buna karşılık, büsbütün yararsız olduğu söylenemez. Doğrular yineleye yineleye, yinelemekle kalmayıp eylemle, yaşayarak, yaşamını adayarak ortaya konulduğunda, dostun düşmanın etkilenmeden kalması kolay olmaz.

Karşı taraftan ilk aklıma gelen örneklerden biri Demirel’dir, diyebilirim. Şu geçen hafta da adından söz ettiğim, yirmi yıl kadar önce bir sempozyumda Türkiye burjuvazisinin yetiştirdiği iki önemli siyasetçiden biri yakıştırmasını yaptığım Süleyman Demirel. Bu arada, onun bu yazıya girmesini sağlayan sözüne geçmeden eklemeli: Hayırdır, bu Demirel hatırlatmaları da neden bu kadar sıklaşıyor, türünden kinayeli sorulara karşı üçbeş söz etmek gerekebilir.  Adı geçen politikacının kendisi ile her zaman mücadele etmişizdir; ancak o da mücadele ettiklerinden etkilenmiştir. O kadar etkilenmiştir ki, siyasal hayatının sonlarına doğru, bir tür motto ve görmüş geçirmiş devlet büyüğü öğüdü olarak “örgütlü toplum” diye tutturmuştur. Bunun ister hasımlarının elindeki silahı almak anlamında ister onlardan etkilenme anlamında olsun, bizim soyumuzun üstünlüğünü kabul etmenin bir tür itirafı olduğunu düşünmüşümdür. 
Buna karşılık, ideolojik olarak ezilmek ve zaman zaman bunu içlerine sindirmekle birlikte, siyasal kavgada üstünlük sağlayıp iktidarı sürdürmenin keyfini çıkardıkları ortadadır.

Eksiğimizdir; onların keyfine son verememişizdir. Kabul edip sürdürmekten başka çare yok. Sürdürmekten başka çare olmadığında kuşku bulunmamakla birlikte, kabullenme, teslimiyeti reddederek bir isyan içermelidir; çünkü, sürdürmek dediğimiz, yaşamayı ve mücadeleyi hiç vazgeçilmeyecek bir amaca doğru devam ettirmektir. İsyan ise kabul edilen eksiklerin giderilmesi için uğraşmak demektir; son hedefe yönelik mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır.

Buraya kadar söylediklerimiz, örgüt örgüt diye tutturmanın nedenlerine ilişkin birtakım ipuçları veriyor olsa gerek. Ancak, hepsi bu kadar değil.

Hepsini bir çırpıda yazmak kolay olmamakla birlikte, bazı eksikler bırakmayı göze alarak devam edebiliriz.

Örgütlenme eyleminin kendisi ve hem onun sonucu hem de yaratıldıktan sonra aynı eylemin sürdürücüsü olarak örgüt, insanlığın toplumsal mücadele içinde ve onun bir ürünü olarak ulaştığı, ulaşabildiği de denebilir, araçların en önemlisi, en etkilisi, dolayısıyla en değerli ve vazgeçilmez olanıdır. İnsanlık, düzeltelim, emekçi insanlık bugüne kadar daha etkili ve değerli olanını bulamamıştır. Bundan sonra bulabilir mi, diye sorulursa, bulabilir, bilme ve bulma süreci sonsuzdur; ama bulacağı, bugüne kadar bulduğunu boşa çıkaran değil doğrulayıp geliştiren bir nitelik taşıyacaktır.

Bulacağı, örneğin, değişik alanlarda ve farklı önem sırasındaki örgütler arasında şimdiye kadar çok yararlı olmuş bazılarının çeşitli etkenlerin ağır basmasıyla işlevlerini yitirdikleri, dolayısıyla ya kökten değişikliğe uğratılmaları ya da toplumsal mücadeleler müzesine kaldırılmaları gerektiği olabilir. O değişikliklerin nasıl gerçekleştirilebileceği olabilir. Hiçbir değişiklik mümkün ve/veya yeterli olamayacağı için müzeye kaldırılacakların yerine ne konabileceği olabilir. Az çok farklı amaçlara farklı yollardan hizmet etmek üzere oluşturulmuş örgütler arasında nasıl bir hiyerarşi ya da ilişkilenme biçimi kurulabileceği olabilir. 

Bir de, bu ilkelerle bağlantılı olarak ve bunların geliştirilmesine ışık tutmak üzere, bütün örgütlerin ancak yaptıklarıyla kanıtlayabilecekleri ustalıkları var elbette. Toparlayıcı olması için en sona yazılmakla birlikte, bunun bir önem sırasını yansıtmadığı kesindir. Tam tersine, son derece önemlidir. Tek tek kişisel becerilerin toplamının çok ötesinde olan bir örgütsel ustalıktır sözü edilen. 

Bitirirken, başta değindiğimiz şu “terane” konusunda, sözcüğe olumsuz bir anlam yüklemeden düşünmek de pekâlâ mümkündür. Mümkün olmak bir yana, böylesi çok daha esin ve umut vericidir.

Madem “terane” derken, başında “hep aynı” diye aşağılayıcı bir açıklama bulunsa bile, ezgiden, makamdan, kısacası müzikten söz ediyoruz, bunun süreklilik göstermesinden kaçınmak mı gerekir? Hayır, yeter ki güzel olsun. Kendi seçimim içinde yer alması kesin birkaç örnek vermiş olayım: Sözün gelişi, Beethoven’in “pathetic” adıyla bilinen piyano sonatı isterse hiç durmadan tınlasın, bıktırır mı? Ya da Şostakoviç’in Leningrad senfonisi yahut yine onun caz süitleri, hiç değilse bunların bazı bölümleri... Kulağımıza takılıp kalmış olsa… Neden bıkkınlık versin?

Böyle giderse, yazı mı biter! Caz süitleri deyince, çaresiz, aklıma geliverdi: Epey eski yoldaşlık hukukumuz olan bir arkadaşım, bana cazı anlatırdı, konuşur ederdik. Geçmişte kaldı ne yazık. Uzun bir süre yüz yüze gelemedikten sonra, geçenlerde karşılaştık. Karşılaşma da ne karşılaşma hani! Şöyle bir “ce” demiş olduk. Hepsi o kadar. Ne bir sohbet muhabbet, ne bir hasret giderme. Örgütün böyle kötü yanları da var besbelli. Nefes aldırmadan koşturuyor insanları, en azından bazılarını.

Karşıtların birliği ve çatışması, deyip geçiyoruz işte. Yakın bir alandan esinlenmeyle, örgütün eşitsiz yüklenme yasası desek bir de, çok mu zorlamış oluruz? 

Eh, yazar kardeşim, neleri alet ederek sonunda hüzünlü bir gevezelik ürettin ya, pes doğrusu!