"Bir kez daha bu sistem bizlerden ya katil, ya kurban ya da izleyici üretmeye programlanmış. Peki, dördüncü bir seçenek var mı? Var." 

Önce Kadınlar

Özgürleşme anlarımız vardır. Zamanı hissedemeden, mekânın tam içinde olamadan, ağız dolusu gülüp dahası kahkaha atamadan bazen günler geçer. Kimi zaman öyle birbirine benzer biçimde geçer ki günler ve yıllar, birdenbire hangi yılın hangi gününde olduğumuzu bile hatırımıza getiremeyiz. Tutamak noktalarına ihtiyaç duyarız,  ufak çakıl taşları, yolu kaybetmemek için yere serpilen ekmek kırıntıları lazımdır oysa. Bir hedef, bir hatırlayış, bir bekleyiş yaşamımızı güzelleştirir, yaşamaya değecek güzellikler için bize güç verir. 

Ama bir süredir eğer Polyanna karakteri değilsek hayatı öyle geldiği gibi hafif ve neşe içinde yaşamak giderek zorlaşıyor. Eğer hanlarınız hamamlarınız yoksa, eğer orta, orta alt sınıflardansanız, eğer patron sınıfına dâhil değil de emekçi iseniz, eğer kendi kaderiniz bu ülkenin kaderi ile bütünleşmişse az biraz, eğer şiirdeki “bir mendil neden kanar?” sorusu belleğinizden hiç gitmiyorsa, eğer haberleri izliyorsanız, eğer haksızlıklara katlanamamak gibi değerli bir huyunuz varsa, eğer hayatının baharında sistemin saçmalıkları yüzünden çocuklar, bebekler ölüyor, size de tasası, ağır kederi ve öfkesi kalıyorsa… 

Öyle değil mi? 

Uzatmak ve saymaya devam etmek mümkündür. 

Ama zaten bilmiyor muyuz? Defalarca konuşmadık mı?

Bizzat yaşamıyor muyuz?

Biliyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz. Görmezden gelmeye, duymazdan gelmeye ve bilmiyormuş gibi yapmaya elvermeyen bir vicdan da taşıyoruz üstelik. 

Bir de taptaze olalım istiyoruz. Kısacık geldiğimiz şu mavi dünyada sevinelim, el ele kol kola, korkusuzca yaşayalım istiyoruz. 

Çok şey mi istiyoruz?

Körelince, yapayalnız hissedince, keçeleşince, donuklaşınca, korkunca, kaygılar giderek birikip dağlaşınca… Öyle ya “Korku örtmeye en yatkın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur.”  

Bir kadın olarak konuşalım mesela. 

Bir kadın olarak bizler, bugün, şu anda ülkemize ve dünyaya baktığımızda neler görüyoruz? 

Pek parlak değil. Peki. 

Peki, üç kuruşluk misafirliğimizde hani bu dünyadaki abartmadan, iri laflara pabuç bırakmadan kurtuluşu nerede çocuğumuzun? Bizden geçti denir ya, demeyelim de. Hani çocuklarımız ya geleceğimiz, bizzat doğurduğumuz, kalbimizden ya da kendimizden fark etmez,  çocuklarımız için kurtuluş nerede örneğin? 

Mutsuz annelerin mutsuz çocukları, korkak annelerin korkak çocukları, tüketici ailelerin değer bilmez evlatları, bizden geçti de ah! Hani, iyi kötü güzel günlerimiz de oldu, peki bu çocuklara ne olacak ah! 

“Kadın cinayetleri politiktir” sloganının ne anlama geldiğini soruyor bir arkadaşım. 25 Kasım’da, Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde atılan pek çok slogandan biri. 

Niyeyse bir replik aklıma geliyor hemen bir skeçten olmalı: Kadınların daha çok maruz kaldığı bazı psikosomatik hastalıklar için denir ya, Cem Yılmaz mıydı, “Her şey sinirsel her şey.” diyerek kadın “sorunları” anlatılır. Ya da daha genel tarif edebiliriz, nihayetinde Marksçıyız. “Her şey sınıfsal, her şey…” de diyebiliriz. Böyle deyince de tam kalbine değeriz çözümün.

Sulandırmayayım, elbette. Şöyle: 

Kadına dair yapılacak çözümlemelerde ataerkilliğe bakmadan yol alamayız. Bugün erkek egemen anlayışın beslendiği ilk kaynak, tarihsel arka plan budur. Ancak sınıflı toplumları üreten ve sistemlerinin yaşaması için bu eşitsizlik biçimlerine ihtiyaç duyan iktidar odakları kadını, bugün arkaik ataerkil sistemle ve onun bugünkü “çağdaş” yüzü kapitalist sistemle terbiye etmeye çalışıyor. Toplumu istendiği şekilde düzenleyebilmek için eşitsizlikleri derinleştirmek, hep “öteki” silsilesi var etmek; sınıfsal, dinsel, ırksal vb. bölünmüşlükleri bir yandan pompalamak bir yandan da el çabukluğu ile görünmez kılmak zorundalar. Bunların türlü oyunlarını öğrenmek ve bilmek zorundayız. Çünkü bu bilme bizi güçlü kılar ve türlü kötülükle baş edebilme gücü verir. Hele hele bir de yalnız değilsek daha güçlü ve dirençli oluruz. 

İşte kadına yönelik her başlık; kız ve erkek bebeklerin kıyafet renginin seçiminden, kadının ve erkeğin ev içi rollerine, dinlerin kadını ikincilleştirmelerinden ve günahkâr görmelerinden, kadınların seçme ve seçilme hakkına ya da yönetici konumundaki niceliksel azlığına kadar pek çok başlıkta toplumsal ve politik olarak hep yeniden kurulur. Dolayısıyla ezilen cins olarak kadınların varlığı ve kadın cinayetleri hem sistemsel hem de yönetsel olarak politik tercihler toplamının bir sonucudur. 

Daha açarsak patriarka ile kapitalizmin “mutsuz evliliği” kadınlar için sömürü ve ölüm getiriyor. Aşağılandığımızdan, daha çok sömürüye maruz kaldığımızdan, günahkâr ve cadı addedildiğimizden, cennetten kovulma nedeni olarak gösterildiğimizden, makbul olmamız yaşlı ve çocuk bakımı ile simgeleştiğinden, namus üzerinden metalaştırıldığımızdan öldürülüyoruz. Daha kolay ve daha elverişli bir alan açıyor kadına yönelik şiddete sistem bütün bunlardan dolayı. Sonra cezasızlıkla, sonra iyi hâl indirimleri ile, sonra her türlü saldırıda yine kadını suçlayarak (orada ne işi varmış, kapıları açmasaymış, çocukları yalnız bırakmasaymış, kahkaha atmasaymış, iş görüşmesine gitmeseymiş, yoksul olmasaymış, kadın olmasaymış…) şiddet ve cinayet sarmalı giderek genişliyor. Bir şey yapmazsak yakında hepimizi bir karadelik gibi yutacak haberiniz olsun. 

İşte bu yüzden kadın cinayetleri politik, canım benim. İşte bu yüzden her türlü sömürü ilişkisi ortadan kaldırıldığında kadının kurtuluşu için çok önemli bir eşik de atlanmış olacak. İşte o yüzden bugünü doğuran karanlıkla savaşmak birincil görev, günahkârları ise affedebiliriz. Çünkü ve bir kez daha bu sistem bizlerden ya katil, ya kurban ya da izleyici üretmeye programlanmış. 

Peki, dördüncü bir seçenek var mı? 

Var. 

Yan yana gelmekle, birbirimizden güç bulmakla, asla yalnız yürümemekle yaratabiliriz onu. 

“Taptaze duygular, yeni güçler uyanırsa insanların içinde, yüreğinde ve damarlarında kan tazelenirse ona dokunmamalı. Çünkü bu an insanın yaşadığı en kutsal andır.”*

*Gladkov (2021). Çimento, Yordam Yayınları, İstanbul.