Düzenin temsilcileri onun ölü kuşaklarının ağır etkisinden kurtulamazlar.

Ölü kuşakların ağırlığı

Özellikle düzenin içinden çıkamadığı güçlüklerle boğuştuğu zamanlarda, iktidar organlarında görev alan politikacılar topun ağzındadır. Düpedüz çözümsüzleşmiş sorunlar, halk yığınlarının çektikleri acılar, bütün bunların iç karartıcı umutsuzluklara dönüşmesi, hepsi, onlara yüklenir. Sorumluluk onlardadır; onların türlü özelliklerinde, yetersizliklerinde, bunlara bağlı olarak yapıp durdukları ağır yanlışlardadır. O kadar ki, bunlar, sorumlusu olan politikacılar ile onların yapıp ettikleri, sık sık ilk olma mertebesine yükseltilirler; daha önce eşi benzeri görülmemiş anlamına gelir bu. Bu kadarı da olmaz, böylesi görülmedi, bunları da mı yaşayacaktık… Bu tür şaşkınlık sözleri gırla gider.  

Doğal karşılanabilecek bir durum sayılabilir. Bununla birlikte, iki açıdan tehlikelidir. Birincisi, asıl sorumlu olan düzenin gözden kaçmasına yol açabilir. Bununla bağlantılı olarak, ikincisi, zaten her zaman var olan gözden kaçırma çabalarının değirmenine su taşıma anlamına gelir. Her ikisini de akılda tutmakla birlikte bir yana bırakalım ve yukarıda değindiğimiz, olup biteni, ağırlığından ya da şiddetinden ötürü, benzersiz sanma yanılgısı ile devam edelim.

Devam ederken, siyasal çözümleme alanında başyapıtlar arasında yer alan bir metinden aktaracağımız üç beş satırdan yardım alabiliriz. Oradan yola çıkarak, esinlenerek yaşanmakta olanları kavramaya çalışabiliriz, demek istiyorum. 

Marx, Napoleon’un yeğeni Louis Bonaparte’ın amcasından yaklaşık yarım yüzyıl sonra, 1851’in son günlerinde gerçekleştirdiği darbe ve bu çerçevedeki olaylar konusundaki çözümlemesinin bir yerinde şunları yazıyor: 

“Kişiler, kendi tarihlerini yaparlar; fakat keyiflerine göre, kendileri tarafından seçilmiş koşullarda değil de geçmişin doğrudan doğruya verdiği ve miras olarak bıraktığı koşullarda olur bu. Tüm ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bütün ağırlığıyla çöker. Hatta, kişiler, yenileşmekle ve tümüyle yeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde, (…) korkulu kafalarından geçen hep eski devirlerin ruhudur; istedikleri, adlarını, sözlerini, kıyafetlerini aldıkları eski insanların kılık ve diliyle tarih sahnesinde görünmektir.”1

Bu alıntıda (…) işaretiyle belirtip atladığım yerde “yani devrim bunalımı sırasında” sözcükleri bulunuyordu. Buradaki çözümlemenin herhangi bir devrimle bağlantılı olmayan bunalımlar için de geçerli olduğunu düşündüğüm için böyle yaptım. Bunu açmaya girişirsem yazı iyice dağılacağı için bu kadarla bırakıyorum.

Uzun süredir üzerinde durulan bir uygulama var: Her ne kadar sözcük eski anlamından epeyce uzaklaşmış olsa da “bakan” atamalarında gözetilen başlıca ölçütlerden biri, şimdi ya da çok yakın geçmişte sermaye sınıfından olmak. Bunun Erdoğan’ın açıkça dile getirdiği “memleketi şirket gibi yönetmek” ilkesi ve vaadi ile uyumlu olduğu biliniyor.

Doğruya doğru, bu söze uyulduğu da biliniyor. Okul sahibi eğitim bakanları, turizm şirketi sahibi turizm bakanları, hastane sahibi sağlık bakanları, ticarethane sahibi ticaret bakanları… derken, en son, bin kişiyi çalıştırdığını kendisinin söylediği maliye bakanı da oldu bu ülkenin. Bin kişi her ülke için büyük bir ölçektir; dolayısıyla, basbayağı bir “büyük patron” ile karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılıyor. Ülkenin hazinesi ve maliyesi bir büyük patrona teslim edilmiş demektir. 

Eğlenceli bir not olarak eklenebilir: Bu büyük patron bakan, birkaç gün önce, ekonomiye midir artık ekonomi ile uğraşan bilime mi, bilinmez, yepyeni ve pek hoş, pek şairane bir tanım da getirdi: “Ekonomi gözlerdeki ışıltıdır.” Ne denebilir? İktisat için söylenmiş “şom ağızlı bilim” yakıştırmasından daha sevimli görünüyor.

Ancak, bütün bunların ilk kez yapıldığı, bir sona erse ülkemizin kurtulacağı söylenip duran AKP döneminin icadı olduğu ileri sürülemez. Bu düzenin geçmişinde de birçok örnek vardır. Bunların en çarpıcı görünenlerinden birini hatırlatabiliriz.

Örnek, demokrasi tarihimizin unutulmaz babalarından Süleyman Demirel ile ilgili. Bundan otuz yıl önceydi, 1991 yılındaki genel seçimden sonra, onun başbakanlığında DYP-SHP koalisyon hükümeti kurulmuştu. O zamanlar “devlet bakanları” vardı. Koalisyon ortaklarının sayısına ve pazarlık güçlerine göre bu bakanların sayısı azalır ya da artardı. Demirel o devlet bakanlıklarından birine yakın adamlarından bir sermaye sahibini atamıştı. Ancak, bir özelliği daha vardı bu atamanın. Bakana bağlı ya da ilgili kuruluşlar kamu bankalarıydı ve işadamı bakanın o bankalardan aldığı ödenmiş/ödenmemiş krediler ve benzeri konulardaki dedikodular ayyuka çıkmış durumdaydı. “Ciğerin kediye emanet edildiği” yollu eleştiriler çok dillendirilmiş, ama sonucu değiştirmemişti.

Diyeceğim, halk ağzına başvurursak, bu batasıca düzenin heybesindeki yalan dolanın, hile hurdanın haddi hesabı yoktur. Halk dediğimiz de öyle üç beş kişi değil malum, dünyanın kalabalığı. O kadar çok insanın kim bilir kaç zamandır ilenip durmasına rağmen batmamasının bir nedeni de bu yüklü heybe olmalı. O heybeye yepyeni katkılarda bulunmak ise o kadar kolay değil. Hele çıkmaza dönüşen güçlüklerin ve onlarla uğraşmakla görevli git gide niteliksizleşen kadroların varlığında, “kolay değil” yargısı bile aşırı iyimserlik kokuyor. 

Bu yazının ana temasına dönerek bitirebiliriz. 

Düzenin temsilcileri onun ölü kuşaklarının ağır etkisinden kurtulamazlar. Kimileri açık açık, kimileri onlardan silkinmiş görünmeye çabalayarak bütün o eski kuşakların sözleri, alışkanlıkları, yetersizlikleri ile tarih sahnesinde yerlerini alırlar.

Yine Marx’ın anlatımıyla, “kendi kendilerini durmadan eleştiren, yürüyüşlerini sık sık durdurup tamamlanmış görünen bir konuya yeniden el atan, tereddütlerini, güçsüzlüklerini ve ilk girişimlerinin basitliğini amansızca alaya alan, bütün bunlarla birlikte geriye dönüşü imkansızlaştırmayı” başaranlar o sahneyi güzelleştirinceye kadar…

  • 1. Meraklısı için bir not yazabiliriz: Şu anda benim elimdeki metin, bu çalışmanın Ahmet Acar tarafından yapılarak Mart 1967’de İzlem Yayınları tarafından basılmış çevirisi. “Louis Bonaparte’ın Darbesi” başlığıyla yayımlanmış. Oysa, özgün metin, bilindiği üzere, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” başlığını taşır. Büyük Fransız Devrimi’nin değiştirdiği takvimin ve ay adlarının ürünüdür. Burada Brumaire ayının 18’inci günü anlatılmış oluyor. Ancak, bu değişikliğin, tıpkı burjuvazinin devrimciliği gibi, pek kısa sürdüğünü eklemek gerekiyor. Marx’ın kendi sözleriyle şöyle: “(…) dönüşle ilgili hiçbir kuşku kalmasın diye de eski tarihler, eski takvim, eski isimler, uzun zamandır bilgin ve antikacıların eline düşmüş eski fermanlar, uzun süredir kokuştuğu sanılan eski zaptiyeler yeniden meydana çıkarılıyor.”