İçinden, sessiz okunuyor artık yazı. Halbuki ses, sessizliğe açılan noktadan öncedir. Yazı da şiir gibi bağırarak okunabilmeli.

Nokta koymadan önce

Yazı Mısır ve Mezopotamya’dan yola çıkıyor. İlk nerede, bilemiyoruz. Naçizane, yerleşik inancın tersine bu tarihi Mısır’dan başlatma taraftarıyım. Mısırlılar etkili bir yazı ve bir sayılama dizgesi icat etmişlerdi. Kabullere göre Mezopotamya ile yaklaşık aynı zamanda oldu bu. Mısırlılar Milattan Önce 3000 yılları civarında her nasılsa yazıyı buldular. Kısa bir süre sonra da ilk piramidi, Zoser, yaptılar. Olaylar böyle dizildiğinde Mısır’ın üç-beş yüzyıl içinde büyük bir sıçrama yaptığını kabul etmemiz gerek. 

Oysa biliyoruz, o tarihte büyük sıçramalar için imkân pek sınırlıdır. Zamanın zembereği bugüne göre daha yavaş çalışır. Öyleyse yazı, bundan çok daha önce yola çıkmış olmalıdır. 

Ancak Mısırlıların her şeyi Sümerlilerden öğrendiğine inanmaya pek hevesliyiz biz. Kara Atena’nın yazarı Martin Bernal’in dediği gibi, 19. yüzyıldan bu yana tarihi, yazıyı, uygarlığı Afrika’nın hanesine yazmak istemez kimse. Mısır Afrikalıdır. Oysa Sümer “beyaz”dır, tarihi onlardan başlatmanın bir sakıncası yoktur. Demem o ki ırkçılık modern kültüre içkindir. 

Gerçekte Mısır yazısı, kültürü gibi “yerli ve milli”dir, bir dış etkiyle şekillendiği yönünde en ufak bir işaret yoktur. Zaten yazı gereçleri de Mezopotamya’dakilerden bütünüyle farklıydı. Sümerler rakamlarını ve yazı işaretlerini kazı kalemleriyle çizilmiş çizgilerle ya da bir aleti bastırarak, sadece kil tabletlere yazıyorlardı. Mısırlılar ise yontma kalemi ve çekiçle taş üzerine kazarak ya da yontarak veya renk verici bir maddeye batırılan ucu küt bir kamışla kaya parçaları, çömlek kırıkları ve papirüs yaprakları üzerine çizerek yapıyorlardı. Sayılamaları ise matematiksel bakımdan da Sümer’dekinden bütünüyle farklıydı. Sümer sayılaması bugün hala saatlerde kullanmayı sürdüğümüz altmışlı bir tabana dayanıyordu. Mısır sayılaması ise onlu bir taban üzerine kurulmuştu; hala bu tabanı kullanıyoruz. 

Gelişimi boyunca yazı ile yazı malzemeleri birbirini etkilemişler, biçimlendirmişlerdir. Taş üzerine yuvarlak şekiller yerine köşeli, eğri şekiller nakşetmek daha kolaydı. Örnek, “Capital” yazı Roma döneminde “taş üzerine yazma gereğinden doğmuştu. Daha kıvrak bir yazı için ise fırça veya kalem gerekir. Papirüs malzemesi Mısırlılara sınırsız bir üstünlük sağlamış ve grafik sanatının geliştirilmesi için kâtibe imkân vermişti. Hiyeroglif, resim yazısı, böyle doğmuştur. Profesör Nuray Yıldız’ın “Eskiçağda Yazı Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu” kitabından aktardım.

E bu kadar teferruat olunca yazı ile din arasında bağlantı kurulmadan olmazdı. Mısır’da yazının icat edilmesi onuru aklın, bilimin ve katiplerin tanrısı Tot’un hanesine yazılmıştı. O yazıyı ve dikişi bulan tanrıydı, ilk kâtip ve ilk terziydi. İbraniler onu Hanok adıyla kayda geçirdiler, Müslümanlar İdris Peygamber olarak tanıdılar. Ortak tanrı-peygamberimizdir. Tot, binyıllar sonra bir kez daha insanlık ailesini aydınlatma rolünü üstlenecek, ona bağlanan Hermetik metinler meraklı yeni bir insan türünün ortaya çıkmasına yardımcı olarak Aydınlanmanın yolunu açacaktır. Yani yazıda ve aydınlanmada Mısır çıkışlı Tanrı Tot’a-Hermes Trismegistus-borçluyuz. 

***

Haliyle bu tarihin zorunlu sonucu olarak alfabe de Mısır civarında, “Semitik” bir icat olarak ortaya çıktı. Yazı ayrı ama alfabe bir Fenike icadıdır. Sadece sessiz harflerden oluşan ilk alfabe Fenikeliler marifetiyle tüm Akdeniz çevresine yayıldı. Alfabe yazı tekniklerini sadeleştirmiş ve daha pratik hale getirmişti. Karmaşık sembollerin hâkim olduğu yazı sistemlerinin tersine Fenike alfabesi yalnızca 22 sessiz harften oluşuyordu. Gittikleri her yere bu alfabeyi de taşıdılar, öğrettiler. Fenike alfabesi “alef, bet, guimel, dalet” diye başlıyordu. Bu Arapçada “elif, be, cim, dal” ve Yunancada “alpha, beta, gamma, delta” şekline dönüştü. Bizim “a, be, ce, de”mizin de kökenidir. 

***

Latince kökenli yeni abecemizi Fenikeliler yanında Mustafa Kemal’in “dil devrimi”ne borçluyuz. Bir konuşmasında, Gülhane’dedir, haber verdi ve çok kısa süre sonra hayata geçirdi. Uygulaması şaşırtıcı bir hıza sahiptir. 

Bu alanda değişimin bir ihtiyaç olduğu Tanzimat’tan bu yana dillendiriliyordu zaten. Fakat değişim yönünde ilk adımlar başka bir coğrafyada, Azerbaycan’da atıldı. 1922’de Bakü’de “Yeni Türk Elifba Komitesi” adlı bir komite kuruldu. Latin alfabesine dayanan yeni Türk alfabesini bu komite hazırlayacaktı. Kısa zamanda uygulamaya geçildi. “Yeni Yol” adlı gazete bu yeni alfabe ile çıkarıldı ve bazı okullarda öğretimine de başlandı. 1926’da toplanan “Uluslararası Türkoloji Kongresi” Azerbaycan alfabesini diğer Türkçe konuşan halklara da tavsiye etti. Fakat bu arada çeşitli Sovyet Cumhuriyetlerinde farklı Türkçe alfabeler hazırlanması eğilimi baş gösterdi. Bunu önlemek için de başka bir komite, “Yeni Türk Elifbası Merkez Komitesi” kuruldu. Komite 1927’de “Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi” adlı bir alfabe hazırlayıp yayınladı. 

Arnavutlar da bizden önce davrandı. Latin alfabesine dayalı yeni Arnavut “ulusal” alfabesinin hazırlanması işini ünlü sözlük yazarımız Şemsettin Sami (Fraşeri) üstlenmişti. Noktanın yazımıza girişinin de sorumlusudur. Türkiye’de bu değişim neredeyse 1928 yılının yarısına sığdırıldı. Varsa bir devrim, tartışmasız Mustafa Kemal’in adına yazılıdır. 

Demek ki 100 yıla yaklaşan bir süredir Türkçeyi Latin elifbası ile yazıyoruz ve okuyoruz. Artık oturmuştur. Ancak İslamcılar “bir gecede cahil olduk” buyurmaktadırlar. Biliyoruz, cahilliklerinin sorumlusu Latin harfleri değildir.

***

Noktaya gelince, ortaya çıkması Antik Yunan’dadır. Cehalet her zaman başa dert, senatörlere konuşma metinlerini yazanlar, nerede duracaklarını ve nerede başlayacaklarını da işaretlemek zorunda kalmıştı. İlk yazılı dillerde hiçbir noktalama işareti kullanılmamaktaydı. Hatta Avrupa’da üretilen yazılı eserlerde büyük harf ve sözcük aralarında boşluklar da yoktu. İddia o ki, noktalama işaretleri hitabet yazarlarından sonra oyun yazarları tarafından kullanıldı. Onlar da hitabet yazarları gibi okuyucunun doğru yerde es vermesini arzu ediyordu. Yoksa dinleyicinin okunanı anlaması mümkün değildi. 
Oysa yazının icadından bu yana noktalama yazarın değil okuyucunun sorumluluğundaydı. Haliyle okuyucu aynı zamanda bir yorumcuydu; yazıyı okurken yazılana kendi rengini veriyor, onu yeniden üretiyordu. Kutsal kitapların dönüşümüne bir de böyle bakabiliriz!

Noktalamanın kural haline gelmesi kitabın basımında devrime tanıklık eden 15. yüzyıldadır. Yani noktalama işaretlerini standart hale getirenler matbaacılardır. Basılı kitap makamıyla kalabalığın önünde seslendirmeye değil artık sadece okumaya uygundu. Noktanın yazıya girişi ile metni anlama sorumluluğunu okuyucudan alınıp yazara yüklenmişti. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin başlangıcıdır. 

***

Biz sessiz okumayı ilkokulda öğreniyoruz. Doğal olan yazıyı sesli okumaktır aslında. Bu eğitim yaygınlaşana kadar ancak eğitim görmüş kimseler sessiz okuyabiliyordu. Bir kayda göre sessiz okuma ilk kez bir manastırda ortaya çıktı. MS. 4. yüzyılda Milanolu bir rahip çok meşgul olduğu için okuduğu sayfalar göz gezdiriyor, yüksek sesle okumuyor ve bu nedenle kelimelerin anlamını zihninden geçiriyordu. Sessiz okuma eğitimle edinilen bir yetenektir. Fakat böylece yazı da sesini kaybetmiş oldu. Kim bilir, bugünün yazısının kabızlığının nedenlerinden biri de budur. 

İçinden, sessiz okunuyor artık yazı. Halbuki ses, sessizliğe açılan noktadan öncedir. Yazı da şiir gibi bağırarak okunabilmeli. Okuyan duygusunu katabilmeli, dinleyenin gönül telleri titremeli. Esleri, noktalamaları yeniden düşünmeli öyleyse, yeniden düzenlemeli. Sesini geri vermeli yazıya. Gümbür gümbür okunmalı kalabalıklar önünde. Yazı da ayaklanmalı artık!