Nâzım Hikmet’in görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayatı başlayalı çok oldu; ama o hâlâ geride kalanlarla omuz omuza.

Nice yüz yirmi yaşlara…

Onun yetiştirdiklerinden ressam Balaban’ın ağzımızı alıştırdığı söyleyişle “Şair Baba” doğalı bu kadar yıl olmuş. Bunun aşağı yukarı ilk yirmi yılını çıkarırsak, demek yaklaşık yüz yıldır yazdıkları, söyledikleri, yapıp ettikleri ile konuşulan, izlenen, övülen, yerilen, savunulan, saldırılan bir insandan söz ediyoruz. Bir şairden, bir siyasal mücadeleciden, bir komünistten…

Bundan yirmi yıl kadar önce onunla ilgili çeşitli söylemler ile tutumları benimseyenleri başlıca üç kümede toplayabileceğimize ilişkin bir düşüncemden söz etmiştim. Hâlâ aynı düşüncede olduğum için bunları bir kez daha özetleyebilirim.

Bunlardan biri, kurulu düzen ve adamlarıdır. Onyıllardır uğraşıp onun adını, inadının ve eyleminin izlerini silemedikten sonra, onu zararsızlaştırarak kullanmaya girişmişlerdir. Zararsızlaştırmak dediğim, onun komünistliğini unutturmak, o kadarı mümkün olmadığı için, hiç değilse geri plana itmek ve gölgelemektir. Ayrıca, her insanın kusuru vardır, onunki de komünistliğidir, ama bu kusurunu unutabilir ve şairliğini takdir etmekten geri durmayabiliriz, demeye getirirler. Üstelik böyle yapmakla pek zavallıca bir demokratlık gösterisi sergilemiş olurlar.

İkinci kümedekilerin çoğunluğu, bir bakıma, Nâzım’ın adıyla, kavgasıyla, şiiriyle büyümüş ya da en azından bunlardan çok etkilenmiş olup da, son geldikleri noktada, bunların tümüne ihanet edenlerdir. Aralarındaki hâlâ birtakım siyasal iddialar taşıyanlar açısından Nâzım’ı sahiplenmekle ilgili bir tür yarışa girmek önemlidir; çünkü, onun gücünden yararlanmak küçümsenebilecek bir imkân değildir. Ancak, kendisi olarak kalmış bir Nâzım böyleleri için tehlikelidir; bu yüzden düzeni savunur görünmekten uzak durmayı ihmal etmeden onun ehlileştirilmesi gerekir. Bunun bir yararı daha olabilir: Böyle yapmakla kendi vicdanlarını da rahatlatmış olacaklardır; çünkü kendileri çoktan ehlileşmiş durumdadırlar. Öte yandan, Nâzım’ın şairliğini lütfedip takdir buyururlarken onun başka alanlardaki, o arada, tiyatro yazarlığındaki verimlerini küçümseyenleri de bu kümedeki daha küçük bir bölmenin içine yerleştirmek mümkündür.

Üçüncü küme ise onun yoldaşlarından oluşur. Onlar her zaman Nâzım’ın bize ihtiyacı yok, bizim ona ihtiyacımız var, demişlerdir. Onun yaratılarından beslenmişler, onun ülkülerini ve özlemlerini eylemli olarak sahiplenmişlerdir. Şu son iki cümlede anlatılanın örneklerinden biri, Nâzım’ın vatandaşlığını kitleler önünde saptayan kampanyadır. Sözünü ettiğim, Sosyalist İktidar Partisi ve o zamanki adıyla Nâzım Kültürevi’nin birlikte düzenledikleri, 3 Haziran 2000’de başlayıp toplanan beş yüz bin dolayındaki imzanın 18 Ocak 2001’de ilgililere teslim edilmesiyle sonlandırılmış eylemdir. “Nâzım göçüp gitmiş, gitmeden önce de böyle bir talepte bulunmamış, onun yurttaşlığa ihtiyacı yok” biçimindeki itirazlarla eleştirilere, “onun yurttaşlığının vurgulanmasına ihtiyacı olan biziz” yanıtı veriliyordu. Bu ülkenin adının para babalarının ve onların çetelerinin, eli kanlı katillerinin, her türlü rezilliği yaşam biçimi haline getirenlerin  adlarıyla değil, aydınlarının, bilginlerinin, sanatçılarının, üreten, yaratan, coşan, eğlenen emekçilerinin adlarıyla anılması gerekir, deniliyordu. Onun dizelerinden esinlenerek geliştirilen “Bu memleket bizim, Nâzım bu memleketin” sloganı ülkenin her yanında yankılanıyordu. 

***

Nâzım’la ilgili birtakım saptamalarla, istenirse tezlerle de denebilir, devam edebiliriz. Bunların bazılarının nesnelliği besbelli saptamalar olduğu kabul edilmelidir, bazılarıysa tartışmaya açık tezlerdir. 

Onun her sanatçı için birincil önem taşıyan bir sorun olarak “bağlanma” konusundaki tutumu, son derece açıktır, ikirciksizdir. Üstelik bağlanmanın da ötesinde, doğrudan doğruya siyasal mücadelenin içindedir; parti üyeliği ve uzunca sürelerle bulunduğu yönetici konumu düşünülürse, tam ortasındadır. Sonuç olarak, aynı zamanda hem militan bir siyasetçi hem de çok iyi bir şair (sanatçı) olunabileceğini gösterenler arasında yerini almıştır. 

Sanatçı ve siyasal mücadele içindeki bir militan olarak, kendisinin ve birlikte olduklarının  yapıp ettiklerine eleştirel bir yaklaşımla bakabilmiştir. 

Genellikle arayış içindedir. Sadece siyasal açıdan düşünülerek söylenirse, devrimi yapmanın ve yapılmış devrimi güçlendirmenin yolunu yordamını aramak anlamındadır bu. Ancak, sanatsal çalışmalarında da arayış çabalarından uzak kalmamıştır.

Hem eleştirisinde hem arayışında iki ölçütü hep gözettiği anlaşılıyor. Bir yandan, sosyalizmin temellerine toz kondurmamıştır; öte yandan, parti düşüncesine ve partisine bağlılığını korumuştur. 

Büyük bir şairin ülkesi ile ilişkileri belki de düşünülebilecek en düşük düzeye inse bile, şair Cemal Süreya’nın anlatımıyla, dilinin ve şiirinin anayurdundaki gelişim çizgisi ile uyumlu oluşunun çarpıcı bir örneğini oluşturmuştur. 

Buna karşılık, bütün ömrünün beşte birini oluşturan “hasretlik yılları” verimli sayılamaz. Olgunluk dönemindeki büyük bir şair olarak en güzel şiirlerini gurbette yazdığını söylemek kolay görünmüyor. Buradan yola çıkılarak, mülteci olmak zorunda kalmasaydı, çok daha üretken olurdu ve herhalde güzel şiirlerinin sayısı daha çok olurdu, denebilir.

Öte yandan, siyasal açıdan da verimli olduğunu öne sürmek mümkün değil. Böyle denince, ister istemez, onun 1961 yılında, Dünya Barış Konseyi’nin bir üyesi olarak Fidel Castro’ya “Barış Ödülü” verip Havana’dan dönüşünde söyledikleri akla geliyor. Son eşi Tulyakova’nın aktardıklarının doğru olduğunu varsayarsak, ülkesinden ayrılışını hata saydığını söylemiş. Söylerken, halkımla birlikte mücadele etmeli, gerekirse dağa çıkmalıydım, demiş. Olsa olsa öldürülürdük, diye eklemiş ve devam etmiş: “Ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun?” 

Bunu söyleyen, şiirleri pek çok dünya dilinde okunmakta olan bir büyük şair. Ne denebilir? İşte, Nâzım’ın hiç sönmeyen devrimci coşkusu. 

Ayrıca, onun göç edişinden sadece bir buçuk yıl geçmişken Stalin’in öldüğünü, üç yıl sonra da dünya komünistleri üzerinde yıkıcı etkilere yol açan yirminci kongrenin gerçekleştiğini ve bugün “sosyalizmin çözülüşü” olarak adlandırdığımız sürecin hız kazandığını hatırlamak yerinde olur. Bütün dünyaya yayılmış boğucu soğuk savaş koşulları da eklendiğinde, çaresizliklerle dolu bir gurbetliğin, devrimci bir şair için de bir siyasal mücadeleci için de pek fazla imkân sunduğu ileri sürülemez herhalde.

Son olarak, şair Turgut Uyar’ın Eylül 1967 tarihli Papirüs dergisinde yazdığı, bana hep nesnel bir yargı olarak görünmüştür: “ Denebilirse Nâzım, mevcut olmasa idi şiiri icat edecek, bulacak adamdır. Üstelik sadece Türkçede ve Türkçe ile.”

***

Geçenlerde bir gün, eşimin yeri ve zamanı bakımından şaşırtıcı bir sorusuyla karşılaştım. Günlük yürüyüşünü yapmak üzere kapıdan çıkarken soruverdi: “Nasıldı  o ‘paydos diyecek bize…’ diye başlayan şiir?” Amacı bu olmamakla birlikte, benim güçsüzlüğüne hayıflanıp durduğum belleğimin sayılı başarı gösterilerinden birine çanak tutmuş oluyordu böylece. Fransa’nın ve Fransız komünistlerinin büyük şairi Aragon’un onun ölümü üzerine yazdığı yazıda hayranlıkla aktardığı rubai biçimine yakın o dört dizelik şiiri bir çırpıda okudum; oysa, kendi yazdıklarımı bile ezberden okuyamam:

“Paydos…” –diyecek bize bir gün tabiat anamız-
                “gülmek, ağlamak, bitti çocuğum…”
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:    
                görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…

Nâzım Hikmet’in görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayatı başlayalı çok oldu; ama o hâlâ geride kalanlarla omuz omuza. Bizse görerek, konuşarak, düşünerek yaşayıp uğraşırken ondan güç almaya devam ediyoruz.

Çaresiz, yazılmadan olmayacak bir not: Bizim Fatih’in başına geleni haber aldığımda, nasıl bir ülkede yaşar olduk, dedim. Öfke miydi duyduğum, hüzün mü, bilemedim. Benim kuşağımı şanslı saymışımdır hep. Bir nedeni, kimilerini herkesin, kimilerini sadece öğrencilerinin bildiği çok iyi hocalarımızın olmasıdır. Bugün de var o türün genç örnekleri. İçlerinden tanıdıklarım da az değil, bazıları burada yazıyorlar. Bir daha dünyaya gelsem, ne yapar eder, bu çocukların öğrencisi olmanın bir yolunu bulurum.