Ne yağmacı sermaye ve temsilcileriyle kavga etmenin zamanı geçebilir, ne de halkın ayağa kalkması gereksiz hale gelebilir.

Neden böyleler?

Deprem çok geniş bir alana yayılınca, yetkililer bütün uğraşlarına karşın yetişemiyorlar mı?

Aslında ilk günün, iktidarın her şeye hâkim olduğu, gerekenin yapıldığı yönündeki bildik ezberi kısa sürede terk edilmek zorunda kalınınca icat edildi bu mazeret. Değişimin bir acizlik itirafı olarak algılanmaması için ara ara “devletimiz güçlüdür” demekten geri durulmasa da, bunu sorgulayanlara parmak sallansa da, AKP’nin farklı bir tutuma yöneldiği dikkat çekti. Artık “yetişemiyorlardı”, yapılması gerekense beklemekti. Zaten bu asrın afetiydi…

Ancak bu mazeret basit bir yakın geçmiş hatırlatmasıyla çöpe gider. 2020’nin Ekim ayı sonunda İzmir’de çok daha küçük bir ölçekte yıkım yaşanmıştı. Düzen, internet bilgileri doğruysa 6 apartman ve 2 sitenin enkazı karşısında da çaresiz kalmıştı. Demek ki, ölçek halkın acısına neden seyirci kalındığını açıklamıyor…

Başlangıçta bakanlar başta olmak üzere yetkilileri şov yapmaya yollama stratejisi, 1999’da da özü itibariyle aynı biçimde yaşandığı için AKP’nin ötesinde, düzenin bütününün tercihi sayılmalıdır. Egemenler önce “bakalım; belki fazla bir şey olmaz” refleksini göstermektedir. Ciddi şeyler olduğu görüldüğünde geç kalınmıştır. Karman çorman bir tablo şekillenmiştir ve artık istense de düğüm çözülememektedir. Gölcük’te, İzmir’de, Van’da, başka yerlerde ve bugün on ili kapsayan devasa bir coğrafyada afet planı kaosa dönüşmüştür.

“Du’ bakalım” olsa olsa cahillerin tercihi olabilir. Ancak cehalet, tekniğin, bilimin, olanakların, insan gücünün noksanlığıyla ilgili değildir. Tersine Türkiye’de bilim insanları var, olanaklar hafife alınmayacak boyutlarda, harekete geçmeye hazır olduğunu her defasında kanıtlayan insan kaynakları da var. Yaşanabilecek trajedi çok önceden öngörülmüş, depremin lokasyonu, şiddeti, yaratacağı yıkım rapor edilmiş durumda. Gong çaldığında, o ana kadar parmağını kımıldatmamış olan yetkililere “belki olmaz” duasından başka bir şey kalmamaktadır.

Raporlara dönüp bakmamak elbette cehalet belirtisidir. Ancak söz konusu olan “tercihli cehalettir.” İnşaatlar ilerlemiş, halkı korumaktan sakınılan kaynaklar zenginlerin daha da zenginleşmesi için kullanılmış... İktidar kendi sınıfına hizmet ederken şeytana pabucunu ters giydiren bir beceriye sahip. Açıkçası, her dakikayı ve her lirayı yağmayı derinleştirmek için kullanan bir düzenin yöneticilerinin bilimi, aklı, uyarıyı, teknolojiyi dikkate alamayacak ölçüde cahil olmaları mantıklıdır!

Özetle yağmada becerikli cahil iktidar sahiplerinin afet anında hiç acele etmemelerini anlamaya çalışıyoruz. Bir deprem uzmanı, bunu, bilimin öngördüğü “tablonun altından kalkamayacakları için” kitlesel yıkımı bilinçli olarak seçmek diye yorumladı. Doğrudur, ancak bu yorumun da geliştirilmesi gerekmektedir.

Depremin hangi şiddette olacağı ve nereleri ne ölçüde yıkacağı biliniyorsa, ölü yaralı simülasyonu yapılabiliyorsa, halkı önceleyen bir yaklaşım için biricik kısıt olayın hangi gün gerçekleşeceğini bilmemek olabilir. Akıl, bu kısıt altında iki başlıkta harekete geçilmesini öğütleyecektir. Biri yönetenlere, diğeri yönetilenlere dönük iki başlıktır bunlar.

Birincisi, sermayenin yağmacılığına set çekmektir. Halkı ve ülkeyi kurtarmak için gerekli kaynaklar devletleştirilmelidir. Binaların denetlenmesinden tehdit altındaki yerleşimlerin -çadırdan iş makinasına- donatılmasına kadar atılacak her adımı, sermaye sınıfı kendi kârından eksiltme olarak algılar. O halde depreme hazırlanmak demek sermaye sınıfıyla kavgaya girmek demektir.

İkincisi, halk harekete geçirilmelidir. Ülkenin mutlak önceliği yaklaşan yıkıma tek bir yurttaşını teslim etmemek için örgütlenmek olmalıdır. Bu ölçekte bir sorunun karşısına bütün halk kol kola dikilmek durumundadır. Depreme hazırlanmak da, acıları hafifletmek de örgütlü hareket etmekle mümkündür.

Lakin düzenin egemenleri, ne zengin etmeye memur oldukları sermaye sınıfıyla kavga edebilir, ne de halkın birlikte, örgütlü davranmasını en büyük, depremden bile daha büyük tehlike saymaktan vazgeçebilirler. Halk örgütleneceğine, bir araya geldiğinde nasıl bir güce ulaşacağını öğrenmek yerine ölüp gitmelidir.

Hal böyle olduğu için, bilimsel olarak kaçınılmaz tablonun altından kalkamayacaklarını bilirler ve kopkoyu cahillikleriyle “belki de derler, fazla bir şey olmaz!”

Deprem ülkesindeyiz. Aynı zamanda orman yangınları coğrafyasındayız. Kapitalizmin katmerli hale getirdiği, düpedüz kışkırttığı sel, kirli hava, kuraklık tehditlerinin kol gezdiği bir yerdeyiz. Ne yağmacı sermaye ve temsilcileriyle kavga etmenin zamanı geçebilir, ne de halkın ayağa kalkması gereksiz hale gelebilir.

İlk gün yöneticilerin afra tafrasıyla, sadaka dağıtmakla, ocağı sönenlere dua üfürmekle “belki de halledeceklerini” düşünmesi, iktidarın sınıfsal zorunluluğuydu. Kazın ayağı öyle çıkmayınca ayarlı gitmeye karar verdiler. Süleyman Soylu, depremin ikinci günü basın toplantısında üstlendiği rolde çok sıkılmış ve yorulmuş olmalıdır. Kendisine hiç yakışmayan nezaketi, dengeliliği, icabında alttan alma taktiğini sürdürmesi ise yine sınıfsal bir zorunluluk olarak imkânsızdı. Bunların gerçek karakteri OHAL olarak özetlenebilir. Bu karakter krizi fırsata çevirerek geliştirilmek istenecek, kamunun bütün kaynaklarının yıkılanı yeniden dikmek için sermayeye akıtılması planlanacaktır. Acımasız olsa da söylemek durumundayım; emperyalistlerin, yardıma koşarken akıllarında, depremin vaat ettiği yeni imar pazarı üstünde verilecek olan paylaşım savaşını tuttukları bilinmelidir.  

Belki de okurların bir bölümü bu yazıyı fazla “sınıf indirgemeci” bulmuşlardır. Oysa eksiği yok, fazlası var!

AKP iktidarı yüzbinlerce TSK personelinin sahaya hemen indirilmemesini, kurtarma ekiplerinin havaalanlarında bekletilmesini, ülkenin başka örgütlü “orduları” olarak niteleyebileceğimiz eğitimcileri, sağlıkçıları, teknik elemanları, maden işçilerini, genç ve enerjik nüfusu günlerce devre dışı tutmuşsa bunun nedeni yine sınıfsaldır. Bu güçleri harekete geçirmek için harcanacak kaynaklar büyüktür. İktidar bu kaynakları, büyük şirketlerin sonradan vergiden düşecekleri “bağışlarını” finanse etmek için kullanmayı tercih etmektedir. Evet, devletin bedavadan reklamını da yaptığı bağışçı büyük şirketlerin bu maliyet kalemi (!), vergi günü geldiğinde telafi edilecektir. Bir de, iktidar bu kaynakları, çaresiz halka sadaka dağıtmak için kullanacaktır. Bu sayede halkın örgütlü hareket etmeyi öğrenmesi, örnekleriyle tanışması, başını eğip beklemeye koyulması da sağlanacaksa kâr gerçekten çok yüksek olur…

Olur mu, peki?

Deprem sonrası, bir taraftan halkın kendiliğinden öfkesi, diğer taraftansa komünistlerin örgütlü hareketin ne olduğunu güçlü biçimde örneklemeleri, bunun kolay olmayacağını söylüyor.

Onlar krizi yeni yatırımlar, daha derin bir cehalet, mutlak bir örgütsüzleştirme için fırsata dönüştürmek istiyorlar.

Ama belki de biz başka bir fırsat yaratırız. Cehaleti ve karanlığı, yağmacılığı süpürecek güçte bir örgütlenme dalgasını başlatırız. Egemenlerin bütün tercihlerini yıkıp geçecek bir dalga…