Soruya verilecek yanıt yaratmak için mücadele ettiğimiz ülkenin ve toplumun özelliklerini hem ortaya koymamıza hem de o özellikleri emekçi sınıfların insanlarına anlatıp benimsetmize yarayayacaktır.

Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?

Ardı arkası kesilmeyen iş cinayetlerine, trafik cinayetlerine, kadın cinayetlerine, çocuk cinayetlerine, doğa cinayetlerine bakılırsa, “cinayetler ülkesinde” yanıtının böyle bir soru için  doğru olduğu ileri sürülebilir. Çok mu abartılı? Sanmıyorum.

Tamam da, buradaki “nasıl” soru sözcüğünün birden çok karşılığı bulunuyor; bir tanesini hemen yazmış durumdayız. Yanıtı demiyorum; çünkü, yanıt deyince, az çok kesin, en azından onu dile getirenin aklında kesin bir çözüm var demektir.

Aslında, baştaki soru, öyle çözümdü şuydu buydu, bunlarla ilgili değildi; en azından, daha en başta öyle bir niyetle ortaya atılmamıştı. O halde, bir ya da birkaç sözcükle yanıtlar geçersin, değil mi? Ne bileyim, kapitalist dersin, az gelişmiş kapitalist dersin, yarı feodal-yarı bağımlı dersin… Bunların ve benzerlerinin bizim, bizim derken, bu ülkeye bağlanmış ama onun var olan durumunu kabul edilemez bularak her önüne gelenin cesaret edemeyeceği isyanlara kalkışmış, bu uğurda hiçbir özveriden çekinmemiş insanlarımızın yanlış ya da doğru olarak kullandıkları adlandırmalara başvurursun…

Buradan ilerlersek, bugün genellikle farklı bir yere ulaştığımızı, kapitalist bir ülkede yaşadığımızın artık geniş bir kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Cümledeki “bugün” sözcüğü gereksiz ya da önemsiz değildir; çünkü bugün yerine geçmiş zamanlardan birini anlatan bir sözcük koysak, o geniş kabulün ortadan kalkması, hatta epey uzayan tartışmalara yol açması şaşırtıcı olmaz.

Bununla birlikte, daha önemli olan ve asıl kaçınılması gereken, kapitalist nitelemesini açıklama çabasıyla yapılan eklerdir; daha doğrusu o sözcüğün önüne konan sıfatlar… Bu işin de farklı amaçları olan iki insan topluluğu eliyle yapıldığını söyleyebiliriz. Önce o sıfatların en çok kullanılanlarına değinelim, sonra kimlerin kullandıklarına…

Artık önde gelen politikacılarıyla onların çeşitli düzeylerdeki yakınlarıyla sağcılar da, devrimcilere özendiklerinden midir onların karşısında bir türlü kurtulamadıkları aşağılık duygusundan mıdır, bilinmez, neredeyse hep eleştirel bir havada kullanır oldular “kapitalizm”i. Onun bizdeki versiyonunu anlatan “az gelişmiş” sıfatı, bütün ötekilere göre en eskisidir. Az gelişmiş yerine geri kalmış denildiği de olmuştur. Az gelişmiş olmasa iyiydi ama, ne yazık, az gelişmiştir; bu yüzden gelişmiş olanların bulunduğu memleketlerle yarışırken yaya kalmaktayızdır.

Bizdeki kapitalizmin bir başka özelliği de, az gelişmişliğiyle de bağlantılı olarak ve ondan bile kötü olmak üzere, çarpıklığıdır. Olması gereken düzenlilik ve kurallılıktan çok uzakta, berbat derecede çarpık bir kapitalizm olmasaydı keşke, ancak ne çare! Öyle olduğu için de iki yakamız bir araya gelmemektedir.

Bunların hepsinden daha elim ve daha vahim olmak üzere, bizdeki bir de vahşidir üstelik. Bu yüzden de ne aman dinler, ne de insaf eder. Çaresiz halkımızı inim inim inletir, süründürdükçe süründürür; çünkü başlangıç zamanlarındaki kadar vahşidir hâlâ.

Yanlış anlaşılmasın, kapitalizmin kendisinin değil, ülkemizdekinin sorun yaratan özelliklerini aşağı yukarı böyle toparlayanların oluşturduğu iki küme insandan, bunları değişik zamanlarda ve değişik vurgularla yineleyip duran iki insan topluluğunun varlığından söz ettik az önce.

Bunlardan biri, az çok mürekkep yalamış, hatta bazıları mürekkebin Batıda üretilenini, üstelik ta oralara giderek yalamış olanlardır. Bunlara göre, sorun, kapitalizmin kendisi değil, bizim ülkemizde onun iyi işlemesi için istihdam edilen/görevlendirilen/iş başına getirilen kişilerdir. Onlar kapitalizmin işleyişi konusunda, o işleyişi kolaylaştırmak, bunu engelleyen etkenleri ortadan kaldırmak bakımından yeterince yetişmiş, bilgili, birikimli olmadıkları için işler sarpa sarmaktadır. Hele şu son yirmi küsur yıldaki talihsiz dönemde olduğu gibi o yetersizlikleri kara cahillik düzeyine çıkanlar en sorumlu yerlerde bulunuyorlarsa, durum büsbütün umutsuz demektir.

Böyle düşünenlerden, gerçek düşüncelerinin bunlar olup olmadığı bir yana, böyle konuşup yazanlardan söz açıldığında gerçek hayattan birçok örnek gelir benim aklıma. Bu tür örneklerden son ikisi ana muhalefetin şu “çok gelişmiş” Batı demokrasilerinden yeni aktardığı “gölge kabine” uygulamasının gölge maliye bakanının görevdeki maliye bakanı tarafından Haziran ayı sonlarındaki kabulünü izlerken aklıma takılan şu olmuştu: Hoş bir rastlantı mı demeli, her ikisi de aynı kurumda eğitim görmüş iktisatçılardı, Mülkiye Mektebi’nden geçerek ilim irfan sahibi olmuşlardı. Üstelik, yine çok hoş şu rastlantıya bakın ki, ikisinin seksenlerin ikinci yarısına rastlayan mezuniyet tarihleri arasında yalnız iki yıl vardı. Mezun olduktan sonra yine her ikisi de kapitalizmin en gelişmiş ülkelerine, biri Amerika’ya öbürü İngiltere’ye gidip oralardaki ilim irfan çeşmelerinden bardak ne söz, kovalar dolusu içip gelmişlerdi. Şimdi, diyorum kendi kendime, liyakatin doruğuna çıktıkları besbelli bu iki kişiden iktidar mensubu olanın ülkenin tüm yoksulları için neler yaptığını iflahımız kesilerek izliyoruz; birkaç yıl kadar önce de neler neler yaptığını görüp yaşamıştık zaten. Bir de şu muhalefet bakanı gerçek bakan olsa da onun kapitalizmin nimetlerini nasıl hepimize sunduğunu görsek fena mı olur diyesim geliyor. Mazoşist eğilimlerim de yok ama bu da nereden çıktı şimdi, deyip vazgeçiyorum.

Başımıza gelenleri, çektiklerimizi, ülkemizde var olanın asıl ya da gerçek kapitalizmden uzak olmasına bağlayan ikinci kümenin ise bu düzenin doğrudan sahipleri konumundaki sınıfın bireylerinden oluştuğu görülüyor. Dolayısıyla, bu insan topluluğu için, onun tutum ve davranışları için uzun boylu konuşup yazmanın anlamı yok. Her zaman şaşmaz bir ilke düzeyine yükseltilerek sıkça dillendirildiği için doğruluktan uzaklaşan bir açıklama, burada geçerlilik taşıyor. “Eşyanın tabiatı gereği” sözü tam yerine oturuyor. Öyle ya, kapitalist sınıf ülkenin, orada yaşayıp sürünen halkın sorunlarının kendi düzeninden kaynaklandığını söyleyecek değil herhalde!

Sonuç olarak, bizdeki kapitalizme herkesin üzerinde aşağı yukarı birleşebileceği birtakım sıfatlar ekleyen her iki topluluğun da ortak bir yanı var: Ya yetiştirilmeleri öyle olduğundan ya da çıkarları onu gerektirdiğinden kapitalizmden başka bir dünyayı düşünemiyorlar. Ülkemizde yaşayanların büyük çoğunluğunun kapitalizmden neler çektiğini de iyi bildiklerinden, onu gerçek olanının yaşandığı birtakım ülkelerdekinden ayırt edecek kötücül adlandırmalara başvuruyorlar. “Bizdeki sahtesi, bozulmuşu, iyi kurulmamış olanıdır, ne yazık ki öyledir; çaresi de gerçek olanına benzemektir.” Söylemleri de önerileri de budur.

Oysa, bazılarının şimdi burada girişemeyeceğimiz ciddi tartışmalara yol açabileceğini göze alarak, şu birkaç saptamayı yapmak mümkündür:

Türkiye orta gelişkinlikte denebilecek bir kapitalist ülkedir. Buradaki orta sözcüğü ile anlatılmak istenen, Türkiye burjuvazisinin oldukça uzun bir süredir çeşitli ittifaklarla iktidarını sürdürmekte olduğu, tekelleşmenin bir eğilim olmanın ötesinde somut bir gerçeklik kazandığı, sermaye ihracının da oldukça açık bir olguya dönüştüğüdür. Bu sınıf  zaten kuruluşuna katkıları sınırlı olmuş burjuva demokratik devrimine sadakatsizlik göstermekte asla çekingen davranmamış, kapitalist sömürüyü sınır tanımaz ölçülerde artırırken kapitalizm öncesi sömürü ve zorbalık biçimlerini de elinin altında bulundurmuş, emperyalist dünya ile bağımlılık ilişkisini farklı biçimlerde sürdürürken özellikle yakın zamanlara doğru oradaki hiyerarşide yer kapma çabalarını hızlandırmıştır. Karşı tarafta ise, bugünden baktığımızda, sayıları önemli ölçüde artmakla birlikte mücadeleci birikimleri zaman zaman en kaba yöntemlerle törpülenmiş bir modern işçi sınıfı ile neredeyse hiç duraklamayan bir iç göç hareketine eklenmiş dış göçlerin kıyısıyla merkeziyle kentlere yığdığı bir kır emekçileri kitlesi vardır. İsteyen, cümlenin başındaki “karşı tarafta” sözüyle öznel bir farkındalıktan çok nesnel bir konumlanışın anlatıldığını ekleyebilir. Kötümserlik dozunu artırsa bile, gerçekliğe aykırı düşmez.

Yeniden başa dönersek, oradaki “nasıl” sorusu gerçekten önem taşıyor; çünkü bu soruya verilecek yanıt ya da yanıtlar, istediğimiz, yaratmak için mücadele ettiğimiz ülkenin ve toplumun belli başlı özelliklerini hem yeterli açıklıkta ortaya koymamıza hem de o özellikleri emekçi sınıfların insanlarına anlatıp benimsetmemize yarayacaktır. Bu kadarla da kalmayacak, bu uğurda verilecek mücadelenin nasıl olması gerektiğini gösterecek; en azından onun bizim irademize bağlı özelliklerinin anlaşılmasını sağlayacaktır. İrademizin dışındaki koşullar ise, önceden tahmin etme çabaları hep önem taşımakla birlikte, ortaya çıktıkça değerlendirilip aşılmak üzere şu anda gündem dışıdır.