Geldiğimiz noktada, esas mesele “Mustafa Kemal mi, Atatürk mü” tartışması ve bu tartışma ekseninde taraf olmak değildir, mesele bunun çok çok ötesindedir. Esas mesele, kendisini Atatürkçü olarak adlandıranların bir özne, bir aktör haline gelip gelmeyecekleri ve siyasal hasımları olan gericiliğe karşı sahici bir mücadeleyi verip vermeyecekleridir.

Mustafa Kemal mi, Atatürk mü?

2023’e, yani Cumhuriyet’in 100. yıldönümüne çok da bir şey kalmamışken, bugün Türkiye’de siyaset Cumhuriyet bağlamında son derece ironik bir durumla karşı karşıya.

Rejim değişmişken ve Cumhuriyet’in kurucu felsefesinden geriye kalan neredeyse hiçbir şey yokken, Cumhuriyet’i kuran ve felsefesinin mimarı olan isim, yani Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’i yıkanlar da dâhil olmak üzere, bütün siyasi öznelerin ve aktörlerin siyasi meşruiyetlerinin referans kaynağı olmaya devam ediyor, kimse doğrudan Atatürk’ü karşısına almaya cesaret edemiyor.

Biraz daha açalım. Bugün Türkiye’de “kurucu öteki”si Atatürk ve Cumhuriyet olan, varlık nedeninin bu ikisiyle hesaplaşma ve rövanş olduğunu bildiğimiz bir ideoloji, yani siyasal İslam iktidarda. Bu iktidar ise sıradan bir iktidar değil, “kurucu” niteliği haiz, yani rejim inşa eden, rejimi değiştiren bir iktidar.

Bu iktidarın bir kurucu felsefesi, bir üst ilkesi var ve bu felsefe, bu ilke, adını resmi olarak koymasa da, referansını doğrudan dinden alıyor. Ulus yerine ümmet, yurttaş yerine tebaa, Meclis yerine Saray, Cumhuriyet yerine fiili monarşi ve aydınlanmayla laikliğin reddi bu kurucu felsefenin temelini oluşturuyor. Bunların hepsi de 1923’ün ideallerinin anti-tezi olma niteliğini taşıyor.

Durum buyken ve ortada böyle bir gerçeklik varken, düzen siyasetinin muhalefetteki aktörleri bu gerçeklik yokmuş gibi hareket ediyor, siyasi pozisyonunu ve stratejisini bu gerçekliğin üzerine kurmuyor. Karşıda normal bir iktidar varmış gibi, Meclis bir dekor haline gelmemiş gibi, egemenlik Saray’a taşınmamış gibi, Türkiye’de siyasal ve toplumsal alan hızla dinselleştirilmiyormuş, siyasal İslam diye bir tehlike yokmuş gibi davranıyor. Cumhuriyet fikri, aydınlanma, laiklik, gericilikle mücadele, Atatürk’ün kurduğu ve Cumhuriyet’i kuran parti de dâhil olmak üzere, muhalefetin gündeminde bulunmuyor.

İroni, tam olarak burada başlıyor. Cumhuriyet’in kurucu felsefesi bugün iktidarıyla muhalefetiyle düzen siyasetinin aktörleri açısından sahiplenilecek bir şey olmaktan çıkmışken, yine iktidarıyla ve muhalefetiyle, o felsefeyi bizzat kurduğu halde kurucu felsefeden koparılmış bir Atatürk figürü yaratılıyor ve o figür düzen siyasetinin aktörlerinin hepsi tarafından sahipleniliyor.

Yani herkes “kendi Atatürk’ü” üzerinden siyaset yapıyor, herkes kendi meşruiyetini, tarihi gerçekliğinden kopardığı, radikalizmini ve devrimciliğini silikleştirerek içini boşalttığı “hayali” bir Atatürk üzerine kuruyor.

Ezcümle, bugün Türkiye’de, iktidarıyla ve muhalefetiyle, Cumhuriyet’i, Cumhuriyetin kazanımlarını, aydınlanmayı, laikliği, bağımsızlığı savun(a)mayanlar, Atatürk’ü savunuyor, daha doğrusu savunuyormuş gibi yapıyor!

Sahici bir tartışma?

Peki durum buyken, hakikate gözler kör, kulaklar sağırken, “Mustafa Kemal mi, Atatürk mü” sorusu üzerinden sahici bir tartışma yürütülebilir mi, bugün bu sorunun bir anlamı var mıdır?

Bu soruya bir refleksle “ne yani, dün var mıydı ki?” diye bir soruyla karşılık verilebilir ve o sorunun yanıtı da “evet, vardı” şeklindedir.

Solun siyaset sahnesine etkili bir aktör olarak çıktığı 1960’lı yıllarda, Türkiye’nin sosyalistleri, devrimcileri, yurtseverleri açısından, hangi kavramın, hangi sözcüğün, hangi ismin, nerede ve nasıl kullanılacağı, siyasete nasıl müdahale edilebileceği ve nasıl özne olunabileceği sorusunun bir parçasıydı. Devletlû dildeki “Atatürk” yerine “Mustafa Kemal” vurgusu da, “Atatürkçülük” yerine “Kemalizm” tercihi de bundan, yani devrimcilikten, toplumsallaşma arayışından ve düzeni değiştirme iddiasından kaynaklanıyordu.

Türkiye solu, siyaset sahnesine güçlü bir anti-emperyalizm vurgusuyla çıkmış, yaşanan süreci “ikinci Milli Mücadele” olarak kavramsallaştırmıştı; tam da bu nedenle asıl vurgu “emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının lideri Mustafa Kemal” figürüneydi. Mustafa Kemal’in Milli Mücadele esnasında kullandığı ve esas amacı İngiliz emperyalizmine karşı Sovyetler’in desteğini almak olan anti-kapitalist ve anti-emperyalist dil de Türkiye solunun elini kolaylaştırıyordu.

Sol, onu aşma ve ileriye taşıma iradesini hiç kaybetmeden, Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyet’i Türkiye ilericilik mücadelesinin en önemli uğraklarından biri olarak görüp sahiplendi ve hem toplumsallaşmak hem de tarihsel bir referans ve meşruiyet bulmak için kendisini 1923’le ilişkilendirdi.

Bu kullanım orada kalmadı ve sonra da devam etti. Sola karşı gerçekleştirilen 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin ve Amerikancı/NATOcu paşaların Atatürkçülüğüne karşı, sadece sosyalistler, devrimciler değil, sol-Kemalistler de bağımsızlıkçılık ve anti-emperyalizm adına vurguyu “Atatürk”e değil, “Mustafa Kemal”e yaptılar. Attila İlhan’ın, Uğur Mumcu’nun, İlhan Selçuk’un bu yöndeki tercihleri nedensiz değildi yani, belli bir politik pozisyondan kaynaklanıyordu.

Şimdi bu söyleneler doğrultusunda yukarıdaki soruyu tekrar hatırlayalım: Bugün “Mustafa Kemal mi, Atatürk mü” sorusu üzerinden sahici bir tartışma yürütülebilir mi, bugün bu sorunun bir anlamı var mıdır?

1923’ün tasfiyesi, rejimin değişmesi, Meclis’in işlevsizleştirilmesi vs. bunları bir an için bir kenara bırakıp sadece son bir ay içerisinde yaşanan gelişmeleri hatırlayarak yanıtlamaya çalışalım bu soruyu.

Daha üzerinden bir ay bile geçmedi, bizzat Atatürk’ün inisiyatifiyle ve Cumhuriyet’in laikleşme politikalarının bir parçası olarak müzeye çevrilen Ayasofya, Cumhuriyet’le hesaplaşmanın ve yeni rejim inşasının bir parçası olarak tekrar cami haline getirildi. Bu yapılırken “Fatih’in bedduası” denilerek Mustafa Kemal’e lanet okundu, siyasal İslam açılışta gövde gösterisi yaptı, minberden kılıç şovu sergilendi, dünün Genelkurmay Başkanı namaz çıkışında şükür duası için yeminli Cumhuriyet düşmanlarından birinin, Necip Fazıl’ın mezarını ziyaret etti.

Yine benzer bir şekilde, Cumhuriyet’in gün ve bayramlarının yerine yeni rejimin gün ve bayramlarının ikamesi sürecinde, salgın gerekçe gösterilip 30 Ağustos kutlamalarına kısıtlama getirilirken, Malazgirt kutlamaları devlet töreniyle icra edildi. Bir kez daha 30 Ağustos’un karşısına Malazgirt, Cumhuriyet’in karşısına Cumhuriyet öncesi konuldu, Atatürk’süz ve doğal olarak saltanat özentili Kızıl Elma klipleri çekildi, hamaset edebiyatı yapıldı.  

Peki tüm bunlar olup biterken, bugün “Mustafa Kemal mi, Atatürk mü” tartışmasına taraf olanlar ne dedi, ne yaptı?

Ne yaptıklarını biliyoruz. Sandık hesapları, kurulan ittifaklar, dostları gücendirmemek, sağ seçmeni ürkütmemek vesaire derken koskoca bir sessizliğe gömülmeyi tercih ettiler. Hatta tartışmanın çıkış noktası olan Sözcü gazetesi, sanki 30 Ağustos kısıtlanmamış ve sanki kısıtlayan zihniyetin ürünü değilmiş gibi, Saraydaki ışık gösterisindeki Mustafa Kemal siluetine bakarak kendinden geçti, birlik beraberlik manşetleri attı.

Tam da bu nedenle çok net bir şekilde söylemek gerekiyor, tartışmanın tarafları ve politik duruşları bağlamında söylendiğinde, bugün “Mustafa Kemal mi, Atatürk mü”  tartışmasının bir sahiciliği yoktur. Sadece parti içi bir iktidar savaşından kaynaklandığı için değil, tarafların yukarıda sözünü ettiğim tarihsel perspektifin mirasını taşımamaları, gericilikle, sermaye düzeniyle ve emperyalizmle sahici bir kavgaları olmaması, böyle bir dertleri bulunmaması nedeniyle de böyledir bu ve dolayısıyla tartışma da, tarafları da açıkça reddedilmeli, tartışmaya taraf olunmamalıdır.  

Olmak ya da olmamak

Tam da bu noktada, başka bir soru sorabiliriz: Bugün Türkiye’de kendisine “Atatürkçüler” ya da “Kemalistler” diyenler, politik bir özne, politik bir aktör müdür?

Türkiye’de kendisine böyle diyen milyonlarca kişi varken, CHP % 25 civarında oy alıyorken ya da örneğin Sözcü gazetesi yüz binlerce satıyorken bu soru anlamsız görünebilir. Oysa şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, kurulan ittifaklar, siyasetin dili, siyasal stratejiler ve yaşanan süreç göz önüne alındığında bu sorunun mutlaka sorulması gerekmektedir.

Rejim değişikliğinden Ayasofya’ya, hilafet tartışmalarından Akit manşetlerine ya da Fatih Tezcan meczubu ve benzerlerinin açıklamalarına uzanan bir genişlikte yaşananlar ve tüm bunlara karşı takınılan sessizlik hali, bir örgütten, politik bir programdan ve politik hedeflerden uzak olma durumu, sandığa endekslenmiş bir bekleyiş, atalet ve umutsuzluk bu sorunun sorulmasını zorunlu kılmaktadır.

Bugün Atatürkçülüğün kanaat önderleri en ufak bir meselede milliyetçilik nedeniyle iktidarın arkasında hizaya geçiyorsa, ikide birde “Cumhurbaşkanını kim kandırıyor” yazıları yazılıyorsa, emekli generaller “iç politika ayrı, dış politika ayrı” edebiyatıyla iktidara destek veriyorsa, Atatürkçülerin en çok okuduğu gazete sürekli “milli birlik beraberlik” manşetleri atarak Atatürkçü kitleleri pasifize ediyorsa, Cumhuriyet’ten ve Atatürk’ten rövanş almak isteyenlerle cepheden bir yüzleşme göze alınamıyorsa, Atatürkçü kitleler de bunların peşine takılıp gidiyor ve sandıktan başka bir şey düşünemiyorsa, ortada politik bir özne, bir aktör değil, dağınık, şekilsiz, apolitik bir yığın var demektir.     

Geldiğimiz noktada, esas mesele “Mustafa Kemal mi, Atatürk mü” tartışması ve bu tartışma ekseninde taraf olmak değildir, mesele bunun çok çok ötesindedir. Esas mesele, kendisini Atatürkçü olarak adlandıranların bir özne, bir aktör haline gelip gelmeyecekleri ve siyasal hasımları olan gericiliğe karşı sahici bir mücadeleyi verip vermeyecekleridir.

Bu ise bir tercihi zorunlu kılmaktadır. Eğer bağımsızlık, aydınlanma, laiklik deniyorsa, eğer Cumhuriyet deniliyorsa, eğer Atatürk deniliyorsa, bugün artık yapılması gereken tercih bellidir: Bugün Türkiye’de Atatürkçüler için yüzünü sola dönmekten, bağımsızlığı, aydınlanmayı, laikliği, emekle, kamuculukla, devrimcilikle, eşitlikle, adını koyarak söyleyelim sosyalizmle buluşturmaktan, bu buluşma üzerine yeni bir cumhuriyet kurma iradesini sahiplenmekten, dillendirmekten ve bu iradeyi hayata geçirmek için mücadele etmekten başka bir seçenek yoktur. Yok eğer bu tercih edilmiyorsa, son on sekiz yıldır ne yaşanıyorsa, aşağı yukarı o yaşanacaktır.