Eğer çok tepki toplamış, çok can yakmış bir güce karşı mücadele ediyorsanız, üstelik o mücadeleyi belli ve sınırları çok dar bir çerçevede götürmek niyetindeyseniz, bunu hem o gücün yapıp ettikleri içinden bazılarını sayıp dökerek hem de siz olsaydınız ne yapardınız sorusundan kaçarak yapmaya çalışıyorsanız işiniz zor demektir. Hele, karşı çıktığınız o güçle yakın geçmişte birlikte, yan yana, iç içe olmuşsanız işiniz büsbütün zorlaşır.

Muhalif çok, muhalefet eden yok

Sorarsanız herkes muhalif. Herkes değil elbet, hiçbir kişiye, düşünceye, örgüte herkesin muhalif olması imkânsızdır. Herkes denirken, büyük bir kalabalık anlatılmak isteniyor. Sormaya gerek yok, söylenenlere ve açıkça söylenmeyip dolaylı biçimlerde dile getirilmiş olanlara bakarsanız, ohoo, bu kadar bol muhalifi olduğu halde, üstelik çok da uzun bir sürenin sonunda hâlâ ayakta kalmayı başarabilenler varsa, iki tutumdan biri geçerli, ikisinden birini kabul etmek gerekiyor demektir: Biri, hâlâ ayakta kalanın hünerine, ustalığına, hatta yenilmez yıkılmazlığına şapka çıkarmak; öbürü, muhalif olanlar ya da öyle görünenler cephesinde bir eksikliğin, yetmezliğin, belki de bir göründüğü gibi olmama durumunun varlığını aramak…

Bunlardan ilki, bir teslim oluşa, dolayısıyla eylemsizliğe, eski deyişle, atalete sürükleyebilir; ikincisi ise yeni arayışlara yol açabilir, dolayısıyla ilkinden çok daha olumludur.

Muhalifliğin açıkça söylenmeden anlaşılmasına değindik yukarıda. Buna şöyle bir itiraz gelebilir: Söylenmediyse nereden biliyorsun, niyet mi okuyorsun? Bu türden itirazların geçerlilik taşımadığı hemen belirtilmeli. Buna benzer niyet okumaktan kaçınma uyarı ve eleştirileri hukuk alanında anlam taşıyabilir ancak, yargılamalarda şurada burada, insanların birtakım yasaya aykırı eylemlerle suçlanıp ardından çeşitli cezalara çarptırılmaları söz konusu ise… Yoksa, kişilerin, toplulukların, onların örgütlerinin, nihayet toplumsal sınıfların açıkça dile getirilmemiş görüşlerini, düşüncelerini, niyetlerini tahmin etmeye çalışmak kategorik olarak yanlış, ahlak dışı, başvurulmaması gereken yaklaşımlar olsaydı, toplumsal olaylarla ilgili herhangi bir çözümleme yapmak ya mümkün olmazdı ya da o çözümlemeler pek güdük ve yetersiz kalırdı.

Bu kadarlık bir yöntemsel hatırlatma ile yetinip devam edelim.

Muhalifi bu kadar çok derken anlatmak istediğim şu: Karşı olduğunu, beğenmediğini, artık çok uzun süredir bulunmakta olduğu iktidar konumundan uzaklaşmasını istediğini söyleyenler gerçekten “çok” sözcüğü ile anlatılabilecek bir niceliğe ulaşıyor. Bunlara, bir yandan çekinip korkarak bir yandan düşüncesini belirtme imkânı bulamadığı için hesaba katılamayanlar da eklenirse, gerçekten, çok sözcüğünün gayet uygun düştüğü bir büyüklüğe ulaşılıyor. Bir de, yandaşlar içinde görünenler arasında, şu ya da bu nedenle, muhalifliklerini şimdilik dile getirmeyenlerin bulunduğu düşünülebilir. Böylece, çok sözcüğünün yetersiz kaldığı bir nicelik ortaya çıkar. Bu durumda, herkes muhalif derken kullanılan herkes sözcüğünün pek de abartılı olmadığı anlaşılıyor. Bu sözcüğün önüne bir “hemen hemen” eklenirse de abartma dozu iyice azalmış oluyor: Hemen hemen herkes karşı.

Kime karşı ya da muhalif? Ülkede yaşayanların tümüne yakınının benzerini görmedikleri uzunlukta bir süreden beri hüküm süren iktidara ve onun başındaki kişiye.

Tamam. Tamam da, karşı, muhalif olmak ile muhalefet etmek aynı anlama gelmiyor, üst üste çakışmıyor pek. İlkinde sözler ağır basıyor daha çok, ikincisinde ise eylemler, yapılıp edilenler öne çıkıyor. Bunun da ötesinde, karşı olmanın anlam kazanabilmesi için söylenenlerin muhalif olunan kişi ve toplulukların söyledikleri ile benzeşmemesi, tersine, önemli farklılıklar göstermesi gerekiyor.

Şöyle anlatalım: Yukarıda değindiğimiz ve biri eylemsizliğe sürüklediği için olumsuz, öbürü yeni arayışları kışkırttığı için olumlu saydığımız iki olası tutumdan başka bir üçüncüsü daha olabilir. Bunu orada kullandığımız birkaç sözcükten yola çıkarak açıklayabiliriz. Orada, muhalif görünen büyük nicelik içindeki ciddi bir çoğunluk için “göründüğü gibi olmama durumunun varlığı”ndan söz etmiştik. Bunda az çok doğal karşılanabilecek bir yan var. Eğer çok tepki toplamış, çok can yakmış bir güce karşı mücadele ediyorsanız, üstelik o mücadeleyi belli ve sınırları çok dar bir çerçevede götürmek niyetindeyseniz, bunu hem o gücün yapıp ettikleri içinden bazılarını sayıp dökerek hem de siz olsaydınız ne yapardınız sorusundan kaçarak yapmaya çalışıyorsanız işiniz zor demektir. Hele, karşı çıktığınız o güçle yakın geçmişte birlikte, yan yana, iç içe olmuşsanız işiniz büsbütün zorlaşır.

Zorlaşır ve olduğunuz gibi görünmemek için kırk takla atmaktan başka çareniz kalmaz. Böyle üst üste taklalar atmak seyredenlerin ilgisini, bazen de hayranlığını çekebilir; ama bir de taklaların herhangi birini beceremeyip tepe üstü çakılırsanız, maskara olursunuz.

Bunları böyle genellemeler düzeyinde bırakmak üzere başlamıştım. Fakat, basbayağı bir alışkanlık olmuştur, örnekler verilmesi beklenir. O alışkanlığa karşı çıkmanın en azından şu anda gereği yok.

Örnek olsun, adı bir zamanlar harika çocuğa çıkarılmış, ekonomik işlerden dış işlerine kadar birtakım önemli yerlerde uzun süre sorumluluklar almış birisi kalkıp parti kuruyor ve “Ali Babacan Medya” etiketi ile bildirimlerde bulunuyor. Birinde şöyle deniyor: “Akp hükümetinin 4 yıldır; 8 milyara aldığı doğal gazı halka 55 milyara, 11 milyara aldığı petrolü halka 93 milyara, 7 milyara ürettiği elektriği halka 76 milyara sattığını biliyor muydunuz?”

Bunları okuduğu sıralarda, son beş günün dördünde benzine, mazota zam yapıldığını yaşamış olan halkınsa şuna benzer bir yanıt vermiş olması beklenir elbet: “Sayıları tam olarak bilemesek de şimdi öğrenmiş olduk ya, o dört yılın öncesindeki senin de imza attığın yıllarda kaça mal edip bize kaça sattığınızı da eklesene…”

Yine örnek olsun, şimdi muhalif göründükleriyle yıllarca omuz omuza kılıç sallamış bir eski başdanışman, dış işleri bakanı ve dahi irade-i şahane ile işten el çektirilmiş sadrazamın bugün kalkıp darbeci subay avcısı, nice kitaplar yazmış, memleket sevdalısı alim kesilmesi karşısında da söylenecek söz bulur kuşkusuz halkımız.

Son örnek olsun, bütün bunları da kucaklayarak hayırlı ve başarılı ittifakını “en geniş birlikteliklere” taşıma, tırnak içindeki bu büyülü sözlerle bizim eski solcularımızın gönül tellerini titretme, onların da ötesinde dünyanın tüm demokratlarını birleştirip çok eskilerde kalmış Marx’ı aşma peşindeki değişik bir sosyalist enternasyonal mensubuna ise “pes” deyip geçer herhalde “Bayburtlu Zihni gibi gülen, Hoca Nasrettin gibi ağlayan” halkımız…

Ancak, yanlış anlaşılmasın, bütün bu kıymetli siyasetçilerin, burada anma fırsatı bulamadığım benzerlerinin demokrat olmadıklarını ima etmiyorum. Tam tersine, bunların hepsi demokrattır. Hatta rütbelerine bir yıldız daha ekleyebiliriz: Bunlar “çağdaş” demokratlardır.