Uzun lafın kısası, seçime giren üç büyük ittifak da batıya aynı mesajı veriyor.

Milletvekilliği listeleri hangi hikayeleri anlatıyor?

Milletvekilliği (geçici) listeleri YSK'ya teslim edildi. Salı günü isimler ilan edilecek. Son yazımda, milletvekili listelerine seçilebilecek yerlerden adı yazılanların bunu nasıl başardıklarını anlatmıştım. Dört Cumhurbaşkanı adayının ismi daha önce kesinleştiğine göre, milletvekili listeleri de kesinleştikten sonraki tartışmaların odağını kimin listelerin hangi sırasına neden ve nasıl yazılabildiği ve bunun sonuçları, bu bakımdan hangi partinin ne kadar oy alacağı ve kimlerin TBMM'ye gireceği, son olarak da kimin Cumhurbaşkanı olacağı oluşturacak.

Yazdığım son yazı nedeniyle bana kızanlar, bu noktadan sonra gerçeklerle yüzleşmiş olacaklarına göre, bu kirli ilişkileri sorgulamak için önlerinde yeterince zamanları olacak. Kimin milletvekilliğini nasıl garantilediği ya da kimlerin neden liste dışı kaldığı tartışmaları her partide ve her seçim çevresinde yaşanacaktır. Listeye giremediği için açıktan partisi aleyhinde konuşanlar yine itibar görmeyecek, bunu deneyenler olsa da sonuçları etkileyecek bir kapasite yaratamayacaklardır.

Her partinin milletvekili listesi bir hikâye anlatır. Partilerin listeleri hazırlanırken, partiyi yöneten lider ve yakın çevresi o partiye biçtikleri politikanın ana aksını koruyacak, hedefe yürümesini kolaylaştıracak ya da tersinden değerlendirerek, en azından buna zeval vermeyecek kişileri TBMM'ye taşımaya dikkat ederler. Bunu AKP'nin 1 Mart tezkeresine hayır oyu verenleri bir daha milletvekili yapmaması (bugün DSP'nin Cumhur İttifakına katılma gerekçesi bu bağlamda çok ironik), 15 Temmuz sonrası bozulan ortaklıklar sebebiyle yeni düşmanların tasfiye edilmesi gibi örneklerden biliyoruz. Kılıçdaroğlu ile değiştirilen yönetici kadrosu ve buna uygun değişen parti politikaları açısından CHP'nin listeleri de dikkat çekicidir. CHP'yi Kılıçdaroğlu ve ekibine altın tepsi içinde sunan eski Genel Sekreter Önder Sav'ın o dönem birlikte ve çok yakın çalıştığı arkadaşlarının her defasında yeni yönetimlerde ve milletvekili listelerinde yer aldığı da ayrıca dikkat çekiyor. Bunun ne anlama geldiği parti içinde bilinen bir gerçek.

Partilerde milletvekili yapılanların ve içlerinden süreç içerisinde parti yönetimlerine taşınanların bir bölümünden beklenen, yöneticilerin hareket ettiği ajandaya göre toplumda üretilmek istenen rızaya katkıda bulunmaları, en kötü halel getirmemeleri. Asıl önemli ve sembolik olan kesim ise, üzerlerinden hikayeler yaratılarak fenomenleştirilecek isimlerden oluşuyor. Bu isimlere bakarak iç ve dış baskı güçlerinin gelecekte nasıl bir ülke tahayyül ettiklerinin ve kimin nasıl bir gelecek planladığının okuması kolaylıkla yapılabilir. Listelerin anlattığı hikâye işte budur.

Bu bağlamda Yeşil Sol Parti'nin adaylık çağrısı yaptığı Cengiz Çandar ile Hasan Cemal isimleri üzerinden yapılan tartışmaya katılmamak elde değil!

Orhan Gökdemir'in Sol'da yayımlanan iki yazısı, bu iki ismin şeceresini ortaya dökmek için sanırım yeterli. TELE 1'de Merdan Yanardağ ile Emre Kongar'ın bir doz hayal kırıklığı, bir doz da kızgınlıkla söyledikleri ise bizim mahallenin haleti ruhiyesini yansıtıyor aslında.

İfade edilen tüm şaşkınlık ve hayal kırıklıklarına karşın, ben, Cengiz Çandar ile Hasan Cemal'in Yeşil Sol Parti'den aday yapılmalarını kendi içinde tutarlı, son derece normal ve hayatın olağan akışına da uygun buldum. Sayın Çandar ve Sayın Cemal'in mevcut düşünce sistematiğinin HDP ya da Yeşil Sol Parti'nin yol haritasının mayasını oluşturduğunu, uluslararası arenada örülen siyaset ve ilişkiler ağının tam ortasında yer alan bu zihniyetin, gelinen aşamada, bu iki ismin siyaset sahnesine çıkarılması ile açıkça ilan edildiğini düşünüyorum.

Zaten bu sütunlarda yayımlanan ve bu konuyu işlediğim üç yazıda, ABD'nin otokratik olarak işaretlediği ülkelerde yönetimi değiştirmek için tek başına partiler yerine koalisyonlar/ittifaklar oluşturulması ve buna uygun yapılanmalara destek verilmesi gerektiğine dair geliştirilen stratejileri aktarmıştım.

Bu konuda ufak bir parantez açmak gerekirse, pek tabii bunları (yani NATO şemsiyesi altında kurulan ilişkilerin önemini diyelim) bilen Erdoğan da gereken yerlere gerekli sinyalleri vermekten geri durmuyor, NATO'culuğu kimseye bırakacak gibi de görünmüyor:

Erdoğan öncelikle Mehmet Şimşek'in yeni dönemin ekonomi programının koordinatörü olacağını ilan ederek mevcut ekonomi politikasında değişikliğe gideceğini açıkladı. Bu açıklama kendisi için 'yeni geleceğin' ne olduğuna ilişkin mesajını da yineliyor: Yeni gelecekte de NATO'ya tam bağlılık, AB ile ilişkilerinde kesintisizlik var. Bu durum zaten batı ile hemen hiçbir konuda ayrı düşünmeyen ve hep de bu doğrultuda kalan Erdoğan iktidarının, her ne kadar içeride artık eskisi kadar rahat yönetemeyip baskıyı arttırmak zorunda kaldığı için sıkışsa da yeni dönemde de uluslararası anlaşmalara sadık kalacağının işareti olarak görülebilir. Bu adımların, geçen ay ABD'yi ziyaret ederek Dışişleri Bakanı Blinken ve ABD güvenlik bürokrasisinin etkili figürlerinden Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı ve Ukrayna savaşının da hamisi Nuland ile görüşen Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın'ın ziyaretleriyle paralellik taşıması da gözlerden kaçmamalı. Kalın'ın uzunca bir süre Washington'da mesai harcaması ve iş adamlarına dönük bir dizi toplantı yapması dikkatlerden kaçmamıştı. Aynı şekilde Kalın'ın daha geçen hafta Washington yorgunluğunu üzerinden atamadan bu kez Moskova'ya giderek Putin ile başbaşa görüşmesini, Erdoğan'ın seçime hazırlanırken hiçbir şeyi şansa bırakmak istemediği şeklinde değerlendirmek mümkün. Hiçbir şeyi şansa bırakmak istemiyor cümlesini, seçim akşamı atı alan Üsküdar'ı geçerken, atın sürücüsünün dengesini kaybetmesine sebep olacak herhangi bir hareketin meydana gelmemesini ya da Üsküdar geçildikten sonra bunun meşruiyetinin tartışılmamasını sağlamak olarak da okuyabiliriz diye düşünüyorum.

Uzun lafın kısası, seçime giren üç büyük ittifak da batıya aynı mesajı veriyor. Şaşılacak pek bir şey yok, ancak muhalif ittifaklar, iktidara gelme isteklerinin bir yansıması olsa gerek, verilen mesajların şiddetini doz aşımı yaratacak şekilde arttırmış durumda.

Bu anlattıklarım, emperyalizm ve onun kurumlarına bağlılık üzerinden siyaset kuranlar/yapanlara dönük bir hüküm içermiyor. Her dönem sırtını halk dışında her yere yaslayarak toplum mühendisliğine girişenler oluyor. Bazısı kişisel çıkarı gereği, bazısı ideolojisi gereği, bazısı da samimi bir alıklıkla ülke için en iyisinin bu olacağını düşündüğünden belki, dışarıdan çok çekici görünen bu yola sapan birileri her dönem bulunuyor. Erdoğan başımıza nereden çıktı sahi? Bu yazının konusu bu konulara girip hüküm vermek değil. Özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerler üzerinden, hatta sol adının da kullanılarak bu yola meşruiyet oluşturulması da zaten ilk kez karşılaştığımız bir şey değil, ciddiye alınır bir tarafı da bulunmuyor.

Burada kayda geçirilmesi gereken en önemli nokta, Hasan Cemal'lerin, Cengiz Çandar'ların temsil ettiği bir zihni koalisyon olan Emek ve Özgürlük ittifakı çatısı altına giren sosyalistlerin, eğer tersi başarılabilseydi güçlü bir sol aks inşasına yapabilecekleri katkının TBMM'de birkaç sandalye için feda edilmesi.

Türkiye'de bugün siyaset sahnesi ve bu sahnenin aktörleri abuk sabuk, ters, çarpık bir şekilde dizilmiş durumda: İktidar partisi sağa doğru kaya kaya skalanın dışına çıkmak üzereyken ona alternatif olabilecek olan CHP bir yandan sağa doğru AKP'yle yarışıyor, öte yandan Kürtlere şirin görünebilmek adına garip garip işler yapıyor, aynı anda sola göz kırpmaya çalışıyor; HDP bir yandan sol bir Türkiye partisi olduğunu iddia ederken diğer taraftan etnik milliyetçi bir bölge partisi olarak hareket ediyor, sosyalistlerle ittifak kurarken kırk yıllık liberallerle iş tutuyor; Sosyalistim diyenler ‘yetmez ama evet'çilerle yan yana yürüyor... Garibim seçmen ise bir yandan şaşkınlıktan kafasını kaşıyıp diğer taraftan sinirden yumruklarını sıkarken kime oy vereceğine karar vermeye çalışıyor, o gün kime niye kızdığı konusunda her gün fikri değişirken oy tercihi de değişiyor. Bu hengameden sürpriz aktörler er meydanına çıkıyor ya da çıktığını iddia ediyor, kimsenin de aksini iddia edebilecek bir durumu yok, ülkece her şeyin olabileceği bir atmosferde sürüklenip duruyoruz.

Emek ve Özgürlük ittifakı çatısı altına giren sosyalistlerin, güçlü bir sol aks inşasına yapabilecekleri katkının TBMM'de birkaç sandalye için feda edilmesine ettiğim sitemi açıklayayım:

Bugün olması gerektiği gibi olabilen bir siyasi irade, yani rüzgar ne taraftan esiyorsa o tarafa doğru eğilip bükülmek yerine demokratik, özgürlükçü, bağımsız ve uygar bir Türkiye'yi savunan; faşiste faşist, teröriste terörist, kökten dinciye kökten dinci, cumhuriyet düşmanına cumhuriyet düşmanı demekten çekinmeyen; devletin zorbalıklarını, Kürtler de dahil azınlıklara ve devletin ideolojik çeperleri dışında kalanlara (başta sol olmak üzere) yapılanları mırın kırın etmeden kabul edebilirken devlet düşmanlığından da gözü kör olmamış olan; devletin çürümüşlüğünü, yozlaşmışlığını ve bir ahtapot gibi sekiz koldan sararak ülkenin kaynaklarını sömürmesini kabullenip karşı çıkabildiği gibi, ekonomik atılım için güçlü ve ekonomiye müdahil bir devletin varlığının önemini de kavrayabilen; hak ve özgürlük temelli bir sosyal liberalizm kapsamında vatandaşını devlete karşı korumaktan çekinmezken öte yandan ülkenin iliğini kurutan ekonomik neoliberalizmin kökünü kazıyarak ülkenin acilen ihtiyacı olan bağımsız, halkçı, planlamacı bir siyasetin önünü açabilen;

Ülkenin milliyetçisiyle vatanseverlik, sosyalistiyle eşitlik, liberaliyle özgürlük, her halükarda her kesimiyle de adalet, demokrasi ve bağımsızlık ortak paydasında buluşabilecek; bunu yaparken beş dakikada bir kendisiyle çelişmeyen; dolayısıyla kimsenin her konuda yüzde yüz katılmasa da herkesin gönül rahatlığıyla oy verebileceği bir siyasi irade ne Erdoğan tanır, ne AKP tanır, ne ittifak hesabı yapar, ne İnce'yle dalaşır, ne tabanından kaçmak zorunda kalır, ne de yüzde birlik bile olmayan partilerin peşinden koşmak zorunda kalırdı...

Böyle bir siyasi iradeye bugünün şartlarında Türkiye'de çatı oluşturabilecek en doğal aday olan CHP, merkez siyasetten ve seçmenin büyük çoğunluğunu oluşturan seçmen kitlelerinden çok uzaklaşmadan, ilkeli ve gerçek bir sol aksın gelişmesi için bir kuluçka merkezi olabilir, sosyalistler de ‘yetmez ama evet'çilerle, ülkeyi Erdoğan'a teslim eden, bugünkü şartları hazırlayanlarla utanç verici bir birlikteliğe girmek zorunda kalmazdı...

Böyle şeyleri seçime bir ay kala yazmama şaka yollu kızan arkadaşlarımdan ve partililerimden bazen telefonlar alıyorum. Dikkat çekmek istediğim nokta, şaka yollu da olsa yazdıklarıma sitem edenler yalnızca 'Seçime bu kadar kısa zaman kalmışken...' argümanını kullanabiliyor, yazılanın içeriğine itiraz edebilen çıkmıyor. Dolayısıyla, seçimlerin sonucu ne olursa olsun, seçime giderken yaşanan tüm gürültü, seçmenin dalgalanması, yaşanan belirsizlik, kararsızlık ve tüm gelgitlerin sebebini arayanların başka hiçbir yere bakmasına gerek yok. Keza 1-2 seçimlik bir konudan değil, siyasetin bir bütün olarak yapısının çarpıklığından bahsettiğim için yazdıklarımın seçim sonucuna dair bir etkisi olduğu kanaatinde de değilim zaten...

Bahsettiğim gibi bir siyasi irade bulunmadığı ve siyasi resim büyük çarpıklıklar barındırdığı için, yaşanan abukluklar da bitmiyor. Milletvekili listeleri ve üzerinde yaşanan tartışmalar da bu büyük çelişkinin küçük bir parçasından fazlası değil. Bugünden sonra yaşanacak olan her günlük gelişmeyi de her halükarda seçimin sonuçlarını da, seçim sonrası dönemde yaşanacakları da aynı bakış açısıyla yorumlamak mümkün... Hep yazdığım gibi, bizler ise ilkelere dayalı bu siyasi iradenin kuruluşu için çalışmaya devam edeceğiz.