'Yoksul emekçilerin örgütlenmesi Türkiye’de düzenin bütün ezberlerini yerle bir edecek olan dinamiktir. Türkiye’de sol her adımını, halkımızın örgütlenmesine yarayıp yaramadığına bakarak atmalıdır.'

Millet aç; peki halk örgütlü mü?

Eskiden Türkiye’nin sosyal paradokslarının başında siyasetin dünya ortalamasının üstünde hareketli olmasına karşın, siyasete ilginin düşüklüğü gelirdi. İlkindeki canlılığın daha geniş kitleleri çağırması beklenir normalde; ama olmuyordu.  

Yakın zamanlarda bu eşitsizlik giderilmiş görünüyor. Artık kimse toplumun siyasetle ilgilenmediğinden şikâyet edemez. Ama bu kez de siyasetle ilgi çok yüksek olmasına karşın, harekete geçme eğilimi pek sınırlı kalmakta. Burada düzenin sürüp gitmesinden yana bir ilgiden söz etmediğim açık olmalı…

Nedensiz bir şey olmaz. Örneğin siyasetin canlılığı ile buna duyulan toplumsal ilgi arasındaki açı tipik olarak bir 12 Eylül sendromudur. 1970’li yıllarda geniş kesimler giderek siyasetten yoruldular; siyasetin can yakmayacağı ve can almayacağı bir ortamı özler hale geldiler. Kolay değil, bu halkın gözünü budaktan sakınmayan, okumuş, vicdanlı çocukları, Denizler, Mahirler, Sinanlar kan donduracak biçimlerde katledilmişler, “halktan yana siyaset” şiddetle cezalandırılmıştı. Bunun devamı da gelmiş, siyaset denen alan 70’lerde çoğunlukla mazlumların, yoksulların ve başını dik tutanların hedef alındığı bir iç savaş ortamına ve bunu durdurmak için bir şey yapmayan devlet adamlarının kör dövüşüne eşitlenmişti halkın nazarında. 12 Eylül bu yüzden ülkenin üstüne kolay bindi.

Hal böyle olunca siyasete devletin el koymasından sonra uzun yıllar, Türkiye sabun köpüğü dizilerin esiri oldu… Bu kayıtsızlık eskilerde kaldı artık. Prime time çoktandır siyaset tartışmalarına rezerve. Pembe tablolar çizen iktidar yandaşları ve kanalları nal topluyor. Ekranlar muhalif siyaseti körüklüyor. Popüler dizilerde araya aleni politik mesajlar serpiştirmeye sağcı iktidar başlamıştı, artık bu el değiştirdi. Türkiye ekran başında kadın cinayetlerine, adaletsizliklere, keyfi yönetime, liyakatsizliğe en azından şerh koyan dizileri seviyor.

Bugünkü eşitsizliğin, yani “hareketsiz politizasyonun” temel nedenini de yazalım. Bir kere, toplum, siyasetle ilgilenmeden duramayacağı sorunlardan o denli yorgun düştü ki, harekete katılıp, örgütlenip olup bitene müdahale etmeye enerjisi kalmamışa benziyor! Siyasetle sabah akşam ilgilenen halkımız mümkünse başkalarının harekete geçmesiyle sorunların çözülmesini arzuluyor. 

Bu durum kökleri derin bir gelenekle de uyumlu. Mücadele edeni takdir eden topraklarımız dipten gelen dalgalara kucak açmaz…

Düzen muhalefetinin bu tabloyla muazzam bir uyum içinde olduğunu kabul etmeliyiz. Soru, bugünkü durumun sürüp sürmeyeceğidir. 

Buraya gelinmelidir, çünkü Türkiye’de düzen ve devlet geleneğinden bugüne kalan, inandırıcılıktan yoksun, paspal ve hoyrat yapı bile kolaycı çıkış yollarını halka kapatma yeteneğine sahiptir. Düzen muhalefeti en acil ve yakıcı sorunları, suçüstü hırsızlık ve canilikleri bile defalarca seçime havale etmiş, yine defalarca bu yolla toplumsal arayışı AKP zaferlerinde kırmıştır ve bugün yine aynı yoldan devam edebilmektedir. 

Kılıçdaroğlu’nun son çıkışları, örneğin miting, SADAT ve “kaçış planı” yeni bir tarzı ortaya koyuyor olmakla birlikte bir seçim çalışmasıdır. Şu an yaşanan bir felaketi hemen önlemeye çağırmamaktadır. Halkın siyaseti büyük ilgiyle izleyen ama seçimi bekleyen konumu temel alınmakta ve bunun sürdürülmesi istenmektedir. 

Bu noktada Erdoğan’ın ikide bir yok saymak için ağzına almadan edemediği konuya gelmek durumundayız: Açlık! Cumhurbaşkanının açım diyeni yalancı ilan etmesi, kendisini yalnızca karnı tok sırtı pek olanlar dinliyorsa anlam taşır. Böyle olsaydı iktidarın herhangi bir temeli ayakta duramazdı! 

Yoksa birileri Erdoğan’a Türkiye’de gelir düzeyine bağlı beslenme sorununu kitle halinde ölümler olana kadar görmezden gelebileceğini mi söylemiştir? 

Her ne ise, bugünkü yoksullaşma düzeyinde beslenme seçime ertelenebilecek sorunlar kategorisinden çıkmıştır ve acil durdurulması gerekenler düzeyine gelmektedir. Muhalif yurttaş, ülkenin diğer devasa rahatsızlık kaynağı olan dertlerini sandığa havale edebilir belki de. Soygunculardan yeni bir iktidarın hesap sorması, savaşçı dış politikanın giderilmesi, dincileşmenin, yasakçılığın durdurulması biraz daha bekleyebilir. Ama çocukların boğazından kesmek başkadır… O kadar ki, asla “suni” diye hafife alınmamaları gereken diğer gündem maddelerinin sahip olduğu ağırlıklar milletin açlığını örtmeye de hizmet etmektedir. Açlar bu mekanizmayı algılamakta zorlanmazlar. 

Soru, bu koşullarda mevcut düzenin değiştirilmesinin veya düzeltilmesinin ekran başında izlenecek bir şey olup olmadığında düğümlenmektedir.

Burada vereceğim yanıtın olumsuz olduğunu çoktan hissetmişsinizdir. Ancak kitlelerin politizasyondan eylemliliğe geçmesi için, yolu bloke eden örgütsüzlüğün aşılması mutlak şarttır. Örgütsüz kitlelerin harekete geçmesi, hafife almaya gelmez düzen ve devlet geleneğinin dişine göre olur. Örgütsüz yoksulların tepkisinden bizim gelişkinlik düzeyimizde kimse fazla bir şey beklemesin. Ama yoksul emekçilerin örgütlenmesi Türkiye’de düzenin bütün ezberlerini yerle bir edecek olan dinamiktir. Tam da bu nedenle, bugün Türkiye’de sol her adımını, halkımızın örgütlenmesine yarayıp yaramadığına bakarak atmalıdır.