Napolyon’u, Churchill’i, Bismarck’ı, Hitler’i harcayan tarih Erdoğan’a neler yapmaz. Biz eksik kalırsak yapmaz. Çünkü Türkiye adına konuşmanın vakti gelmiştir.An

Memleketi kurtarmak

Önce kral sevgisi vardı. 

Ülkenin mülkiyetini elinde tutanın kutsallığı dokunulmazdı. Fransa’da da, İngiltere’de de Osmanlı’da da aidiyet duygusu “yurt” için değil, kutsallığı kendinden (ve tanrıdan) menkul “kan” için gösterilirdi. Kıtalar okyanuslar kraliyet için keşfedilir, yabancı topraklar padişah için kanla ıslatılırdı.

Ama soylu kanının toprağa bağlılığı kuşkuluydu. Soylular Avrupa’nın herhangi bir yerini kendilerine “yurt” belleyebilirlerdi. Zaten büyük bir aileydiler. Onların “sıla hasreti” saraylarının sırmalı duvarlarından öteye pek geçmezdi.

Fransız devrimcileri Varennes’e kaçan kraliyet ailesini affetmediğinde “sizin yurdunuz burası değildir ve hiç olmadı”yı ilan etmişti. Bu, Fransa’yı radikal bir çözümle buluşturmak ve bazı yolların önünü baştan kapatmak demekti. 

Kaçış, Fransa’dan bir ülke çıkarmanın simgesi olmuştu. Fransız devrimi kral sevgisini yurt sevgisiyle değiştirmekti, Fransa’nın kaderi üzerinde iddia sahibi olmaktı. 

Bu bir cüretti. Fransız devrimcileri doğup büyünülen, emekle inşa edilen, yaşanılan ve adına “memleket” denilen toprak parçasına bakmış, kendi kelleleri pahasına da olsa o toprağın sorununu çözme iradesini göstermişti.

“Liderlik” de bu anda, ülkenin sorununu çözme aşamasında ortaya çıktı. Sorun çözme meşruiyetini elinde bulunduran, o pozisyonu işgal etme meşruiyetini de elde etti.

Karşı cephemizdekiler için de geçerliydi. 

Churchill’i Churchill yapan özellik, kendisine ihtiyaç olunduğu anda ve koşulda kendini göstermişti. Savaşçı Churchill ancak “İngiltere’yi kurtarma” anında “lider” olabilmişti. Öncesinde değil ve sonrasında da değil. Bismarck Alman birliği sorununu çözen, “gelişmiş bir Almanya”nın temelini atandı. 3. Napoleon Fransa’yı ileriye taşıyan, modernleştiren ve yeniden güçlendirendi. Hitler 1. Savaş sonrasında Almanya’nın çözümsüzlüğüne bir çözüm ile ortaya çıkandı.

Öyle ya da böyle, ülkenin kaderini belirleme cüretini göstermiş, ülkeye bir alternatif sunmuşlardı. Alternatiflerin kalmadığı anda alternatif olmuşlardı ama en önemlisi, “ülke” adına kimin konuşacağı kavgasında iddia sahibi olmuşlardı.

Bizim cephenin eksikliğinden…

Modern Türkiye’nin kurucu kadroları da benzer bir perspektifle hareket ettiler. Geri kalmış Osmanlı’dan bakıldığında “Batı” aradaki mesafenin kapatılması gerektiği bir olguydu. Fakat Osmanlı’ya emperyalist dünyada yer yoktu. Batılı emperyalistler için Osmanlı, toprakları ve yönetimiyle yeni dünyaya nasıl entegre edileceği “sorun”u üzerinden tanımlanıyordu.

“Osmanlı’nın sorunu” çözümsüzdü ya da bu sorun reddedilmeli başka bir sorun tarif edilmeliydi. Ama buna henüz zaman vardı. İstanbul, bu soruna çözüm arayan kadrolar ve liderleri elinde yaşlandı. İngilizler ile Almanlar arasında pazarlığa tutuşmak Abdülhamit’in “sorun”a kendince bulduğu çözüm gibi duruyordu. Oysaki onun sorunu kendi iktidarıydı.

Osmanlı’nın devrimcileri yeni bir sorun tarif edebildikleri anda Türkiye’nin devrimcilerine dönüşebildiler. Türkiye Osmanoğulları için değil, bu toprakları yurt belleyenler adına yeniden kurulmalıydı. “Modern Türkiye”, Batı ile mesafenin kapatılması projesini yeni dünyada bağımsız bir birim olarak devam etme, bunu Batılı emperyalistlere kabul ettirme cüretinin birleşimi sonucu dünyaya geldi.

Batıyla mesafe başka şekillerde de kapatılabilirdi. Ama diğer yolların önü baştan kapatıldı. Bu, ülke için bir yol tayin etmek demekti. Ülke için bir perspektifin, ona dair bir kurgunun olması… Bu cüret olmadan “ülke” adına konuşma meşruiyeti elde edilemezdi.

Ancak mesele yalnızca cüretle de ilgili değildi. Böyle bir perspektif olmadan dünyayı değerlendirmek, kafadaki Türkiye’yi oraya yerleştirmek, Türkiye’yi nasıl yöneteceğine karar vermek ve hem dünyadaki hem de Türkiye’deki güçlere belli bir stratejiyle bakmak da mümkün olamazdı. O zamanki strateji Abdülhamit’in anladığı ya da bugün anlaşıldığı anlamda bir “denge politikası” değildi.

Olmadığı, aralarında Türkiye’nin kurucularından bazılarının da olduğu kadroların 2. Savaş sırasında ve sonrası izlediği “strateji”ye bakıldığında anlaşılabilirdi. Türkiye projesi, Türkiye’nin nasıl yönetileceğine ve o Türkiye’nin dünyadaki yerine dair bir yeni kurguyu ortaya çıkarttı. Kapitalist Türkiye’nin yönetici kadrolarının kafasında NATO’lu bir gelecek vardı.

Kapitalist Türkiye’nin “sorun”u NATO ile pazarlığın tekniklerine dairdi. Gelişen kapitalizm bu soruna şekil verdi. Kafadaki Türkiye kapitalizmi bölgesinde egemen, kollarını dünyaya doğru uzatan ve emperyalist basamaklarda kendine yer arayan bir kurgudan oluşuyordu. 

Kapitalist bir Türkiye’de bu kurgu kaçınılmazdı ama bununla birlikte Türkiye’yi yeni dünyada bir yere yerleştirdi. Türkiye burjuvazisine ve Türkiye kapitalizminin yöneticilerine bir perspektif sundu. Pazarlık ve işbirliğinin, sert ve yumuşak güç dengesinin farkına varmak, günü kurtarırken sınırları fazla zorlamamak yeni dünya okulunun temel dersiydi.

Bugünkü Türkiye böyle yönetiliyor. Ve Erdoğan “Türkiye’nin sorununu yine ben çözerim” diye ortaya çıkıyor. 

Türkiye kapitalizmi bir darboğazdan emekçinin sırtına binerek geçecekse bu “denge”yi Erdoğan’dan daha iyi tutturabilecek kim olabilir ki? Kim uluslararası dengeleri ondan iyi değerlendirebilir? Kim Türkiye adına konuşabilir…

Bizim eksikliğimiz…

Çünkü Türkiye’nin sorunu modern Türkiye’nin kuruluşundan yüz yıl sonra tekrar değişmiştir. Türkiye’nin sorunu derin yoksulluğun nasıl çözüleceğindedir; ülkenin “Türkiye”yi rezil eden kadrolardan temizlenmesinde, kaçmakla anılan bir toprak parçası olmaktan çıkarılmasındadır. Duvarına tuğla, tarlasına tohum, fabrikasına makine koymak için kalınası bir ülke kurgusuyla bakabilmekte, barışın tesis edildiği, yabancı askerin cirit atmadığı bir yurt inşa edebilmektedir.

Bugünkü sorunun yanıtı da diğer yolların önünü baştan kapatmalıdır. Felaketin içindeki memleketin kurtuluşu ancak radikal olacaktır.

Ama bu bir “Türkiye kurgusu” gerektirir. Ve ancak o “Türkiye” ile dünyaya bakmak, “Türkiye’nin sorunu”nu çözmek mümkün olabilir.

Bu olmadığında “muhalefet lideri” bizim adımıza konuşmaya yeltenir. Emperyalistlerle görüşmenin adı “seçim çalışması” olur. Bizim eksik olduğumuz yerde Erdoğan’ın pazarlıklarının adı “denge”, kendini kurtarmanın adı ise “liderlik” olur. 

Elbette bunun da zamanı dolacaktır. Napolyon’u, Churchill’i, Bismarck’ı, Hitler’i harcayan tarih Erdoğan’a neler yapmaz.

Biz eksik kalırsak yapmaz.

Çünkü Türkiye adına konuşmanın vakti gelmiştir.