Sonra içimde susturamadığım: Her şey sınıfsal her şey diyen bir zil.

Maya

Ekmek yapmıyorum uzunca süredir. Öyle bir koşuşturma içinde geçiyor ki günler, bu duruma sinirleniyorum hâliyle. Sinirlendikçe musibetleşiyorum, yediğimin içtiğimin tadını bulamıyor, birden parlamalarımla yakınlarımı incitip duruyorum. Elinde saate bakarak sürekli bir yerlere ve bir şeylere yetişmeye çalışan Alice’in büyük beyaz smokinli tavşanına (öyle miydi?) dönmüş, huzursuz, tahammülsüz ve elbette tüm bunlardan kaynaklı yetersizlik hissiyle silme dolmuş bir Şule olarak patlamaya hazır, saatli, köstekli, alarmlı bomba biçiminde dokunanı yakmaya ayarlanmışım adeta. Bu durumumda en büyük payın memleketin hal-i pür melali olduğunu söylemeye bile gerek yok elbette.

Sonra içimde susturamadığım: Her şey sınıfsal her şey diyen bir zil.

Her şey bağlamsal her şey diyen bir davul.

Misal geçenlerde annem, ben, teyzem yürüyüş yapıyoruz, mahalleyi keşfediyoruz. Altın kızlara dondurma ısmarlayayım dedim hani şu ucuz zincir marketlerin birinin önündeyiz. Dondurma dondurucusunun önünde o kaç,  bu neli diye oyalandıktan sonra aldığımız dondurmaya kasada 35 lira ödeyince tatlış teyzeciğim “Ay, tüh bir aylık çiçek yağı parası” dedi kasada refleksle ve tüm doğallığıyla. Hadi diyelim aşırı emekli tepkisi ancak pahalılık el yakıyor, sersem ediyor, dediğim gibi yediğini içtiğini zehir zıkkım ediyor insanın.

Her şey… Her şey…

Sonra Bartın, sonra göz göre göre kıyım, emekçi kıyımı. Ahmet Erhan’ın yazdığı ve Selçuk Bağış’ın aktardığı gibi:

“Herkes birbirinin yüzüne sorar gibi bakıyor:

-Bugün kim ölecek?”

Yazının başında dediğim gibi ekmek yapamıyorum uzunca zamandır. Ekşi maya var dolapta, derin dondurucuda değil alt rafta ama, neredeyse 2-3 aydır beklemede benim maharetli ellerimi, öylece unutulmuş, çürümeye yüz tutmuş.  

Başlayayım bir yerden, yeniden dediğimde, malûm önce ekmekler bozulmuştu üstelik. Lastik gibi, renksiz, kokusuz, bayatı çekilmez, tazesi doyurmaz, çocukların önüne ekmek diye koyulmaz. Ama 4 lira. Kepeklisi, tam buğdaylısı, öylesi böylesi ise bir servet değerinde…

Ekmek bile… Ekmekler… Önce ekmekler bozuldu. Böyle olunca elbet… Maya diyordum. Maya da maya demeye bin şahit. Bizim maya güneşin kavurduğu topraksız ırgatlar gibi kararmış, çatlamış, kahverengiden siyaha dönmüş handiyse. Hayat belirtisi göstermiyor.

Denemekten ne zarar gelir? Üstelik zamanı başka türlü yönetmek, başka türlü yaşamak gerek. Hırçın, beyaz, iri Alice tavşanını azıcık salıp başka türlü, başka türlü…

Hatırlamalara, okumalara, söyleşmelere doğru başka türlü bir zamanı kurmak gerek diye düşünür bir yandan da mayayı ılık su ve unla mıncıklarken. Zihnim uçuşkan kelebeklerin peşinde ama benim mayada umut yok. Öylesine sertleşmiş, öylesine çoraklaşmış, yalnız köşesinden minicik süt beyazı bir nokta, sedefli bir yalnızlıkla irin gibi akıverdi. İşte o yaşam emaresine tutunarak ben yoğurmaya, ılık su ve unla, elimin sıcaklığını katmaya devam ettim, yepişledim, yoğurdum, bulamaç kıvamına getirdim bir kabarma baloncuğu görür müyüm diye…

Görür müyüm?

Ferhan Şensoy’u gördüm. “İstanbul’u Satıyorum” oyununda Ortaoyuncular’la… Yıl 1987-88. Gencecik ve tüm fırlamalığıyla zehir gibi Ferhan Şensoy ve kimler yok ki Münir Özkul, Erol Günaydın, Baykal Kent, Rasim Öztekin… Dilim damağım kuruyor. Göğsümde kelebekler, sanat böyle bir şey işte diye diye, sanatçı sezgisi, kıvraklığı, öngörüsü, ne denir? O an, bir ışık çakımı ânı. Ferhan Şensoy’a ve tüm diğer kadroya özlem… Bir de dehşetli sarılma ve binlerce teşekkür etme isteği. İyi ki yaşadınız. Anısı güzel insanlar, dostlar.

Tiyatro ne güzel şey… Muazzam bir birikim var ardında farkında mısın? Hani bir an unuttuysak tüm bunları, umutsuzluğa düşüverdiysek, memleketten umudu kesmeyeyazdıysak, ergen jargonuyla “anlık yani”

Hop bir okumaya, bir izlemeye bakar. Nasıl güzel bir tiyatro oyunu, estetiğe bulanmış, geleneksel tiyatromuzla harmanlanmış, vodvili giyinmiş, şenlikli, zehir gibi bir eleştiri, insanı dirilten, sıkılaştıran, canlandıran. Hele şarkıları, hele o şarkıları, tiplemeleri, bir iki fırça darbesiyle çiziliveren müteahhitlerden, politikacılara, burjuvalardan, patronlara, ilişkiler, sevişgiler, depişgiler: Siyasetli, sosyolojili, ekonomi politikli siyasal şiddetli, ders niteliğinde eğer izlersen ya da yeniden hatırlamak istersen. Koca Mimar Sinan’ı bile alkolik yapmış, mezarında ters döndürmüş. Dalanlı, dalansız, Özallı mözallı, yalanlı dolanlı…

“İstanbul-u satt-ı-yorr-um, satt-ı-yorr-um. İstanbul’u satt-ı-yorr-um, satt-ı-yorr-um”

Pek çok çağrışımı var. Yollar işaret ediyor. Tahsin Yücel’in “Gökdelen” romanına doğru mu desem,Tevfik Çavdar’ın “Türkiye’nin Yüzyılına Romanın Tanıklığı”na mı  yoksa Nevzat Evrim Önal’ın “İnsan Bencil mi” sorusuna mı?

Sahi varoluş nedir? Varoluşumuz bir anlam barındırır mı kendinde?

Gördüm.

Kararmış mayanın yeniden canlandığını gördüm. Kurumuştu, tükenmişti. Küpür küpür kabardı neredeyse kabından taşacaktı.  Şenlikle, dilimde İstanbul’u Satıyorum şarkısı, hoplaya zıplaya, ağlaya zırlaya, söylene söylene ne güzel ekmekler yaptım.

İzlemek isteyene bağlantı… Bence izleyin.