'Paranın dar aklıyla işleyen düzende bahar da umut da kolay kolay ayakta kalamayacak, Mart hep kazma kürek yaktıracaktır.'

Mart kapıdan baktırır...

İnsan dediğimiz primat ayağa kalkıp ortalıkta dolaşmaya başladığından beri bahara bir anlam atfetmiş. Birçok diğer canlı gibi, insan için de kış ürkütücü, soğuk, karanlık. Tek sözcükle özetlemek gerekirse çetin. Bahar ise hayatın bir az daha yumuşadığı, yiyecek bulmanın, barınmanın kolaylaştığı dönem. Kullandığımız takvime göre bahar Kuzey yarımkürede Mart ayında başlıyor. Hava hemen ısınmasa, doğa tam uyanmasa bile günler uzuyor ve biliyoruz ki yaz yaklaşıyor. Bu yüzden de baharı umutla özdeş sayıyoruz. Kutlamalara vesile oluyor. Çoğu yörede karnavallar, bayramlar bahara denk geliyor. Yaşadığım yerde Mart aynı zamanda “marteniçka” zamanı. Her ne kadar coğrafi olarak Balkanlar’da sayılmasa da halkın çoğunluğunun Balkan göçmeni olduğu yerlerde yaşatılan bir bir adet bu. Bileklere kırmızı-beyaz ipler bağlanıyor, dilek tutuluyor, internette gördüğüm kaynaklara bakılırsa ay sonunda ama burada bana söylendiğine göre ilk leylek görüldüğünde çıkartılıyor. Gelin görün ki, içinde yaşadığımız dünyayı akıldışı bir sömürü düzenine mahkûm ettiğimiz bir ortamda ne bahar kalıyor ne umut çoğalıyor.

Neresinden tutsak elimizde kalıyor düzen. Depremin üzerinden dört hafta geçti, depremin yarattığı felaket geçmek bir yana büyüyor milyonlar için. Yüzbinler hala titreşiyor kış soğuğunda. Temel haklardan bir sayılması gereken barınma bir vaatten ibaret. İçmek, yıkanmak için su istiyorsun, “yüzüğünü sat” diyor Akepe düzeni. İtiraz ediyorsun ya döverim diyor ya zindan yolluyor. Akepe’nin vaadi aslında sürekli reklamını yaptıkları üründe saklı: Dünyada iman, ahrette mekân. İktidarın deprem bölgesinde ve ülkenin geri kalanında çok etkin olduğu üç alan var aslında. Birincisi üniformalılarla güç gösterisi yapmak, ikincisi enkaz kaldırma ve inşaat için ihale düzenleme, üçüncüsü dinle aldatmak. 

Deprem sürecinde duyduğu en isabetli sözlerden biri gerçekten de pek tanımadığım bir oyuncudan geldi. Eşime birkaç kez sorarak öğrendiğim ismini zikretmekten de geri durmayacağım çünkü yalnız bırakılmaması gereken bir çıkıştı. Farah Zeynep Abdullah şunu söyledi: “Bunda böyle Allah ve Devlet sözcüklerini aynı cümlede görmek istemiyorum.” Bu genç kadın rahatsızlığı doğru teşhis ettiği için övgüyü hak ediyor.  Bununla birlikte teşhis aşamasında kalmamak, kapsamlı bir tedaviye geçmek konusunda bizlerin de yapması gerekenler var. Devlet ve kâr sözcüklerinin de aynı cümlede yer alamayacağı yeni bir Cumhuriyet kurmak gibi örneğin.

Dinle aldatanların gerçekte iman ettikleri  piyasanın gaddarlığı da katlanarak artıyor Akepe Türkiyesi’nde. Deprem bölgelerinin dışındaki kentlerde kiralık evlerin kapıları depremzedelerin yüzüne kapanıyor. Bir tarafta dayanışma, bir tarafta cezasız bırakılmaması gereken bir fırsatçılık. Üniversiteler kapatılırken kuran kurslarının açık olması ülkeye çöreklenen zihniyetin dayandığı temeller hakkında net bir fikir veriyor. Öyle daha önce gördüklerimiz gibi bir şey değil şu anda deneyimlediğimiz. Türkiye’ye koyu ve ölümcül bir karanlık dayatılıyor. 

Sermaye düzeni içerisinde bu karanlığın tümüyle dağıtılmasının mümkün olmadığını biz biliyoruz ama ülkede yaşayanların ezici çoğunluğu düşerken tutunacak bir dal arayışında. Türkiye halkının biraz olsun soluk almak istediği açık. Bunun için belki de ilk şartın 20 yıldır hüküm süren o acımasız “tüccar devlet”ten kurtulmak olduğu fikri giderek daha geniş bir destek buluyor. Tüccar Devlet’in ne olduğunu depremde olanca çıplaklığıyla gördük zira. 

Gençliğimde bulunduğum ortamlarda sıkça söylenen, muhtemelen de Amerikancadan çevrilerek ithal edilmiş olan bir söz vardı: “Ticaretten o kadar anlamıyor ki, boğulmakta olan adama can yeleği bile satamaz”. 20 yaşında sosyalist değildim ama bu lafı o zaman da sevmez ve iğrenç bulurdum. Yardıma ihtiyacı olan birinden para istemenin ne kadar alçakça bir dünya görüşü olduğunu anlayacak kadar aklım  vardı. O çok övülen, özel yetenek gerektirdiği söylenen tüccarlığın, pazarlamacılığın ve bunların ayrılmaz parçası haline gelen reklamcılığın yanından geçmek dahi aklıma gelmedi o yüzden. Alçakgönüllü davranacak değilim boş yere, yapamayacağımdan değil, yapmayacağımdan. Kapitalist bir düzende hayatta kalabilmek için bu meslekleri icra etmek durumunda olanlara değil sözüm. Bunu övülecek, övünülecek bir şey gibi gösteren ahlâk düşkünü ideolojiyi savunanlara. O çürümüş zihniyetin devlete de hâkim olması gerektiğini söyleyen ve nihayet bunu hayata geçirmekle böbürlenen insanlık düşmanlarına.

Türkiye deprem öncesinde de büyük bir felaket yaşıyordu. 6 Şubat depremleri bunun derinliğini artırdı ve geniş kitleler için daha da çekilmez hale getirdi. O kitlelerin doğru-yanlış bir umudu vardı Mart ayında girerken, bileğine marteniçka bağlarken: Her şey çok güzel olmasa bile, bir ihtimal bugünkünden iyi olacaktı...

Burjuva siyasetinin ilkesizliği aklı başında hiç kimse için sürpriz olmamalı. Sonuçta halka yarar sağlamaktan değil koltuğa ve kaynaklara çökme mücadelesinden söz ediyoruz. “Millet İttifakı” denen siyasi birliktelik içerisinde yaşanan kayıkçı kavgası ve henüz nihai olup olamayacağını bilemediğim kopuş beni şaşırtmadı bu yüzden ama sinirlendirdi. Haklı çıkmanın yorduğu ve mutsuz ettiği bir ülkede yaşadığım için de “Erdoğansız” Akepe iktidarını sürdürmenin ötesine geçemeyeceklerini bildiğim bu güruha umut bağlayan milyonlar için de üzüldüm. Cuma gecesi değerli gazeteciler Musa Özuğurlu ve Mahir Esen’in daveti üzerine Medya Günlüğü yazarı Aydın Sezer’le birlikte Sınırsız TV’de düşündüklerimi söylediğim için burada bir kez daha uzun uzun yazmayacağım o rezilliğe dair. Bu konudan daha bıkmamış olanlar şu linkten izleyebilirler.

Bu sevimsiz konuda altını çizmek istediğim tek unsur, siyasi gelişmelerin ekonomi politikten ayrılarak analiz edilmemesi gerektiğidir. Ekonomi politiğe dış politik tercihler de dahildir. Kapitalist düzende paranın dediği olur ve liberallerin iddia ettiğinin aksine para iyi bir akıl hocası değildir. Paranın dar aklıyla işleyen düzende bahar da umut da kolay kolay ayakta kalamayacak, Mart hep kazma kürek yaktıracaktır.

Burjuvazinin çürümüş düzenini paranın aklıyla sürdürmek istemesinde yadırganacak bir taraf yoktur. Yadırgamamız ve değiştirmemiz gereken bu ülkenin on milyonlarca emekçisinin buna sessizce boyun eğmesidir. Planlı ve devletçi bir ekonomi, toplumcu ve eşitlikçi politikalar, laik bir siyasi düzen, bağımsız ve egemen bir ülke istiyorsak, araç da hedef de bellidir.