Çirkinleşmiş oyunları müzeye kaldırıp gerçekten 'güzel oyunlar' yaratmayacak mıyız?

Maç seyrederken

Maç derken, 11 Temmuz günü “Avrupa şampiyonu”nu ilan edecekleri için, şu sıralar pek çok coğrafyada gündemin başlarında yer verilen futbol karşılaşmalarını kast ediyorum, bir zamanlar “güzel oyun” yakıştırması yapılırdı. Basketbol, voleybol gibi takım sporlarındaki maçların yanı sıra bireysel sporlarla ilgili karşılaşmaları izlediğim de çok olmuştur. Buradaki  “bireysel” sözcüğüne bir açıklık getirmek gerekir: Bireysel sporun hemen hemen hiç mümkün olmadığını söylemek yerindedir; olsa olsa, en son gösteriyi tek bir kişinin yapmasından söz edilebilir. İnsanın mutlak anlamda bireysel olarak gerçekleştirdiği hiçbir eylem yoktur, dersek yanlış olmaz.

Bir açıklığa daha ihtiyaç var: Metin Kurt’un artık bir özdeyiş düzeyine yükselmiş saptaması bu güzellik yakıştırmasının geçerliliğini sorguluyordu. “Futbol borsada değil arsada güzeldir.” demişti bizim Metin. Hem arsada oynamış, hem borsada oynayanların nesnesini üretmişti; çoğunluktaki ötekilerden farkı, olup bitenleri fark etmiş olmasıydı. Sadece arsada oynamış, öteki bölümünü ise çocukluğundan beri izlemiş biri olarak onun bu sözüne hep katılmışımdır.

Daha söze girerken futbol oyununu yerin dibine batırmış olmayalım. Bu oyunun işçi sınıfının sporu olduğunu ileri sürenlerin haklı olduklarını düşünenler arasındayım. Bugünkü biçimiyle futbolun dünyamızın ilk kapitalist ve daha sonra da emperyalist ülkesi olan İngiltere’de 19. yüzyılda oynanmaya başladığı genel kabul görüyor. O zamanlarda yaşanmış bir olayı hatırlatacağım sadece: Fi tarihinde Manchester kenti ile Liverpool kenti arasında, ikisi de işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı kentler, onların futbol takımları arasında önemli bir karşılaşma var ve, nereden nereye olduğunu şimdi çıkaramıyorum, rakip takım taraftarları gelemesin diye demiryolu işçileri grev yapıyorlar. Bir açıdan bakarsanız, iyi bir şey, işçiler bu grev denenin bir silah olduğunu anlamışlar. Ancak, bu silahı kendi sınıflarından olan insanlara karşı kullanıyorlar. Ne için? Takımları yarışma kazansın diye… 

Demek, işçi sınıfının sporu yakıştırması ile anılan bu oyunun işçi sınıfını birbirine düşürme potansiyeli taşıdığı, daha en baştan belliymiş! Bunun tümüyle adı geçen sporun kendi özelliklerinden kaynaklandığı ileri sürülemez elbette. Bir adım daha atarak hemen hemen bütün sporlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. İnsanın bedensel ve zihinsel yatkınlıklarını birlikte geliştirerek yaptığı bir eylem olarak spor, amacı yarışmaya indirgendikten ve yarışmayı kimin kazanacağı kumarın da içinde bulunduğu çok çeşitli biçimlere bürünen düzenlemelerin konusu olmaya başladıktan sonra çığırından çıkmış, emekçi sınıfları uyutma, birbirine düşürme, üç kuruşluk boş zamanı bile onlara çok görme aracı durumuna gelmiştir. Bu anlamda, kırk yıldır memleketi üç f ile yönettim diyen iktisat profesörü Portekizli diktatör Salazar örneğini öne sürmek, ne yanlıştır ne de haksız bir abartma. Buradaki f’lerden futbol dışındakileri bir tür müzik ve din olarak dilimize çevirebiliriz.

Bütün bunları, başta futbol olmak üzere sporu bir kez daha, din için yapılana benzer biçimde, “halkın afyonu” olarak ilan etmek üzere söylemiyorum. Afyonsa bile çekici olduğu bellidir. Her gün sabahtan akşama akşamdan sabaha kadar eşekler gibi çalışmak, o arada günde beş vakit yahut herkesin dini mezhebi ne kadar gerektiriyorsa o kadar ibadet etmek, arada fırsat buldukça neslini devam ettirmek için çaba göstermekten ibaret bir hayatın içinde hangi akıldışılıkları ve sapkınlıklarıyla olursa olsun sporun çekiciliğini göz ardı etmek ne mümkün!

Sözü çok dağıttığımın farkındayım. Ama bunu biraz da bilerek yapıyorum. Benim maç seyretmem de buna benziyor çünkü. Efendi gibi seyretmeye oturuyorum, ama aklıma neler neler düşüyor ve maçı izlemek yerine biraz geçmişe, biraz tefekküre dalıp gidiyorum…

Diyelim, birkaç gün önceki İngiltere-Almanya maçını seyrediyorum. Taa 1974’te Federal Almanya’nın ev sahipliğinde yapılan şampiyonada iki Almanya arasındaki maç gözlerimin önüne geliyor. Sadece belli anlarıyla elbette. D. Almanya’da Sparwasser adında iyi bir oyuncu vardı. Onun golüyle hiçbir oyuncusu ünlü olmayan doğudaki Almanya’nın takımı, her bir oyuncusu “yıldız” kategorisinde gösterilen ve turnuva sonunda dünya şampiyonu olacak batıdaki Almanya takımını yenmişti. Beş altı kişi bir arkadaşın evinde siyah beyaz televizyonda seyretmiş ve müthiş heyecanlanmıştık. Ondan iki yıl önce 1972 Münih Olimpiyatlarında Sovyet basketbol takımı yenilmez sanılan Amerikan basketbol takımını son saniye basketiyle yenerek altın madalya kazandığında, Ankara’daki bir evin salonunda yaşadığımız sevinç gösterisinin de Münih’teki salonda yaşanandan aşağı kalır yanı yoktu.  

Futbolun dışına çıkıyoruz ama, Kübalıların olağanüstü yarışma başarılarını izleyişimiz de hep aklımdadır.  Pek sevmediğim bir spor olan bokstan başlarsak, yine aynı olimpiyatlarda 20 yaşında bir genç boksör olarak ringe çıkan Teofilo Stevenson’u hatırlıyorum. Sadece orada değil 1976 ve 1980 de dahil üst üste üç olimpiyatta ağır sıkletteki altın madalyayı kimseye bırakmamıştı. Hele 1972’te Amerikalıların çok şey beklediği beyaz boksörü perişan edişini nasıl unuturum! Stevenson siyah renkli bir adamdı. O sevincimizi siyah ırkçılığı diye niteleyebilecek kimse olabilir mi? Biz hepimiz beyazdık. 

Stevenson sol yumruğuyla rakibine göz açtırmaz ve sağını hep son vuruş için saklardı; çünkü sağının bir vuruşuyla ayakta kalan boksör görülmemişti. İkinci olimpiyat altınını aldığı 1976’dan sonra Amerikalı uyanık organizatörler onun peşine düşmüşlerdi. Amaçları onu profesyonel boksun bir numarası Muhammed Ali ile kapıştırmaktı. O reddetti ve reddederken şunu söyledi: “Milyonlarca Kübalının sevgisinin yanında milyon dolarlar nedir ki?” O zamanlar “Tabii, diktatör Castro’nun yanında başka ne diyebilir?” argümanını gülünç bir nesnellik iddiasıyla ileri sürenler olmuştu. Kuşkusuz, şimdiki zamanda öyle bir olay gerçekleşse, o külyutmazların sayısı çok daha fazla olurdu.

Stevenson 2012 yılında, 60 yaşındayken kalp krizi geçirdi ve öldü.    

Aktif sporculuğu bıraktıktan sonra Küba’da spor yönetiminde önemli görevler üstlenmiş büyük atlet Alberto Juantorena da seyrederken bizi coşturan sporculardan biriydi. 1976 olimpiyatında üç gün arayla koştuğu 400 ve 800 metrelerde altın madalya kazanıp bunu başaran tek sporcu olarak tarihe geçmişti. Bu kadar kısa mesafelerde, daha koşunun sonuna çok varken, bir bakıma, öteki arkadaşlar çok gerilerde kaldılar, bana yetişemeyecekler dercesine sağına soluna bakmasını hiç unutmam. Muhtemelen kastı öyle değildi, ama bize öyle gelirdi.

Bildiğim kadarıyla Juantorena hâlâ yaşıyor.

Bunlara benzer “başarılar” altmışlı yıllardan seksenlerin sonuna kadar sosyalist dünya için çok alışılmış durumlardı. Burada “başarılar” sözcüğünü tırnak içine alarak bir tür kuşku belirttim. Büyük aydınımız Aziz Nesin, yanlış hatırlamıyorsam yetmişli yılların sonuna doğru, spor alanındaki bu yarışma tutkusuna kafayı takmıştı. Sosyalist ülkelerin de buna kapılmasını tartışma konusu yapmaya çalışıyordu. O sıralar bu itirazın haklılığını pek kabul edemiyordum; çünkü, emperyalist-kapitalist sistemle yarışıyor ve onu ağır yenilgilere uğratıyorlardı; bu da bizi hoşnut ediyordu, yüreğimizi soğutuyordu da denebilir. Şimdiyse, bunun yabana atılamayacak kadar ciddi bir itiraz olduğunu düşünüyorum. Spor ile yarışma ilişkisi bağlamında yukarıda bazı değinmelerim oldu. Bununla da bağlantılı bir yanı daha var işin.

Sovyet ülkesinin iktisat tarihinde “yetişmek ve geçmek” biçiminde Türkçeleştirebileceğimiz bir slogan vardır. Özellikle 1920’li yıllarda gündemde olmuştur. Bunun, soğuk savaştan sonraki “barış içinde bir arada yaşama” dönemine aykırı düşmediğini sanıyorum.  Şöyle bir uyarlama ile: Devrimle, başka ülkelerdeki devrimle, hele hele dünya devrimiyle falan pek uğraşmayacaksın, “saldırgan olmayabileceğini” en sonunda bir numaranın ağzından ilan ettiğin emperyalist dünya ile barış içinde birlikte yaşayıp yarışacaksın; bu arada, mümkün olan her alanda da onu geçmeye çalışacaksın!

Çok fazla kabalaştırmıyorum, umarım…

Peki, nasıl bitirebilirim bu muhabbeti? Şöyle olabilir: 

Yukarıda değindim, bütün bunlar aklına takılıp dururken, seyretmekte olduğu maçtan ne anlar insan? Zaten, benim için de öyle oluyor. Örneğin, ekrandan gözümü ayırmadığım halde İngiliz takımının Ukrayna karşısında 10-15 dakika içinde durumu 4-0’a getirmiş olduğunu fark edip şaşırdım ve “İyi oldu şu faşist bozuntularına!” diyebildim ancak. Birincisi bu.

İkincisi, bizim gelecekteki, umarım yakın gelecekteki dünyamızda, spor emekçi insanlar için, hele onların git gide azalacak zorunlu emek süreleri düşünüldüğünde, vazgeçilmez etkinlik alanlarından biri olmayacak mı, diye soruyorum kendi kendime. Çağdaş gladyatörlere benzetilebilecek pek küçük bir azınlığın paraya para demeden yaptığı, büyük bir çoğunluğunsa  kâh birbirine düşerek kâh kendinden geçerek seyir baktığı tuhaf tablo sona ermeyecek mi? Orada yarışmanın yerine, bütünsel insanın gelişimine katkıda bulunan,  sözcüğün değişik anlamlarıyla “keyif” veren, gerçek bir dostluk içinde gerçekleşen etkinlikler egemen olmayacak mı? İyi de yarışmanın yarattığı motivasyon, ya da heyecan ve ardından koşturuculuk diyelim, nasıl sağlanabilecek? Çirkinleşmiş oyunları müzeye kaldırıp gerçekten “güzel oyunlar” yaratmayacak mıyız? Bunlar hemen, ayak üstü yanıtlanabilecek sorular değil. Üzerinde düşünülür, birtakım yanıtlar bulunur, bulunmuş yanıtlardan yararlanılır. Bazıları hayata geçirilir. Bazıları ilerideki o zamana kalır. Sonunda, bizden sonra gelenler ya da çok sonra gelenler, yahu bu bizim eskiler de nelerle uğraşmışlar, diye şaşakalırlar herhalde. Kim bilir?