Emekçilerin görünür olduğu bir süreçte, ister istemez bu sınıfın öncülüğünü hak edecek teorik müdahaleler de yaşanır. Bir iktidar sorunu yaşanmaya başlar.
Mülkiye'de 80'lerin başında, o korkunç yıllarda, “Sendikacılık ve Siyaset” derslerine giren, bizlere seminerler yazdıran genç asistan M. Şehmus Güzel Hocamız, sonra Avrupa'da kariyerini sürdürdü ve tüm çalışmalarında işçi sınıfını gördü, gösterdi. Büyük çabası bunu aşar tabii, ama entelektüel arayışları yine de bu temel üzerinde yükselir.
Kitaplarının bir bölümü geçtiğimiz günlerde “http://ekitap.ayorum.com” sitesinde yayına girdi. Genç kuşağın, Türkiye'nin oğlu ve ömrü Avrupa'da geçmiş, yorulmak bilmez bir fikir işçisinin bu hediyelerini yakın takibe almasında yarar var.
60'ların sonu ve tüm 70'lerde büyük sol yükselişin genç entelektüel militanlarındandır Hocamız: İşçi sınıfını esas almadan Türkiye tarihi yazma girişimlerine de hep kuşkuyla bakmıştır. Bunu irili ufaklı sayısız yazısında ve birçok kitabında görmek kolay.
Hocamız son dönemde Fransa'nın göbeğinden ve derinlerinden, siyasal-kültürel gelişmeleri “ayorum.com” sitesinde düzenli makalelerle yorumlamayı sürdürüyor. Burada da bir fikir işçisinin omurgasını ve yorulmak bilmez taramalarından çıkardığı sonuçları görebiliyoruz.
M. Şehmus Güzel Hocamız, korona günleriyle ilgili bir süre önce yayımladığı ilginç bir yorumunda, daha doğrusu analizinde, güncel krizin gelişmiş bir sanayi toplumunda emekçileri birdenbire nasıl görünür kıldığına dikkat çekti.* Hocamız haklıdır: İşçi sınıfı yeni haliyle ve korona krizinde nasıl bir vazgeçilmezlik taşıdığını her alanda yeniden kanıtlıyor. Araya girelim ve kimlikçilik, kültürcülük vs. ısrarlarla “sosyalizmi aşabileceğini, değersizleştirebileceğini, reel sosyalizm deneyimlerini karalayabileceğini” sananlara da bir yanıt diyelim.
Soralım: Emekçiler, kriz böyle art arda vurmadan da görünür olamaz mı? Olabilir: Eğer zengin ve dirençli bir entelektüel şiddet cephesini, elbette partisini, örgütleyebilmişse... Bunun Avrupa'da olduğunu söylemek çok güç. Sosyalizm ve komünizm Avrupa tarihindeki en itibarsız dönemini yaşıyor. Epeydir.
Ama, Türkçemizde o entelektüel dinamizm var. Hızla da gelişiyor. Avrupa için bu kadar iyimser konuşamayışımız, bizim nobranlığımızdan kaynaklanmıyor. Kuşkusuz bir entelektüel donanım var yaşlı kıtada da, ama sermayeyi ne kadar kesici, delici ve kurucu oldukları gerçekten bir sorudur. 1989'daki büyük kapitalist restorasyonu bırakın engellemeyi, neredeyse onu hazırlayan bir “komünist hareketten” söz ediyoruz: Avrupa komünizmi? Yok mu gerçekten?
Liberalizm tüm varyasyonlarıyla devrimci-komünist bir meydan okumaya çok ağır bir darbe indirmeyi başardı. Avrupa ve sosyalizm, başka bir tartışma konusudur; döneriz ileride.
Fakat işçi sınıfına bakmak, onu temel almak, herhalde her ciddi sol-sosyalist çizgi için yaşamsal önemdedir. Toplumların, günümüzde ve sanayi toplumlarında da, temel taşıyıcı kolonu, epeydir “artık olmadığı” ilan edilen işçi sınıfıdır. M. Şehmus Güzel, bu sınıfın değişimlerini de yorumlarında sık sık konu ediniyor.
Hocamızın yazılarından hareketle bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Kriz dönemleri hiç hesapta olmayan özneleri sahneye çıkarabilir. Dolayısıyla böyle hesapta olmayan krizlerin, virüs gibi gökten zembille inen bir sürprizin mesela, tarihi hızlandırıcı etkenleri harekete geçirebileceğini düşünebiliriz.
Kapitalizm krizsiz tanımlanamaz. Ama bir kriz yönetme yeteneği içerdiğini, bunu da patronlar sınıfının tüm uzantılarına yaydığını düşünebiliriz.
Şimdi bizde ve Batı Avrupa'da da bir şey oluyor: Şehmus Hocamızın diliyle söylersek, işçi sınıfı, emekçiler, tüm renkleriyle vazgeçilmezliklerini, itilip kakılmışlıklarını, ama yıkımın altında kalacaklarını görüyor ve gösteriyorlar.
Kolaycı olamayız. Yaşadık çünkü. Somut gerçekliğin devrimcileştikçe beraberinde devrimci bir işçi sınıfı getiremeyeceğini epeydir biliyoruz. Bu büyük medya ve ideolojiler endüstrisini. bunların felç edici etkilerini, özellikle solun içindeki “bitirici” etkisini görmezlikten gelemeyiz. Partisiz hiçbir şey olmaz.
Söylemek istediğimiz şu: Emekçilerin görünür olduğu bir süreçte, ister istemez bu sınıfın öncülüğünü hak edecek teorik müdahaleler de yaşanır. Bir iktidar sorunu yaşanmaya başlar. Şöyle diyelim: Yalçın Küçük Hocamızın deyimiyle “Tekelistan”da yönetemez olmaya başlayan sermaye sınıfıyla, yönetilemez olduğunu düşünmeye ve aranmaya başlayan işçi sınıfı arasında bir gerilim hattı ortaya çıkar.
Burjuvazinin bu alana (“gerilim hattı”) bütün liberal silahlarıyla, yedeğine milliyetçi ve dinsel renklerini de alarak bir taarruz düzenleyeceği açıktır. Bunu çoktandır yaşadığımız da söylenebilir.
İşte bu taarruzu teorik olarak göğüsleyebilen, sayısı kaç olursa olsun, o dilin ve ülkenin de kaderine talip olduğunu ilan etmiş demektir.
Oraya doğru gidiyoruz.
Devrimci teori olursa, devrimci hareket de olur çünkü.
Teorinin liberal karşıdevrimin kucağında sosyalizmin yıkımıyla sonuçlandığı koşullarda, 30 yıl sonra ve Türkiye'de de 40 yıllık bir faşizm sürecinde, bunu tersinden düşünmek zorundayız. Karşıdevrimci teori, devrimcilik kılıfıyla solu bitirdi. Kimlikçilik, kültürcülük, cinsiyetçilik, çevrecilik vs. hepsi sınıf bakışının, sosyalizmin imkânsızlığını, bir anomali olduğunu, bu arada Türkiye'nin de 1923'ten itibaren anomali olduğunu kanıtlamak için sahneye atıldı. Başarısız olduklarını kim iddia edebilir? 1980'den 40 yıl, 1989'dan 30 yıl sonra?
Şimdi bu cepheleşmeyi reddeden bir parti var. Sosyalizmin mümkün olduğunu, Türkiye krizinin dünya tarihi açısından önemli sonuçlar doğurabileceğini bilen bir işçi sınıfı hareketi var. Yok mu? Bakan görür, kulak veren duyar.
Yeni durumu, “otların büyürken çıkardığı sesi duyanlar” çabuk fark edebiliyor. Kendini böyle “gürültüleri” duymaz kılarak solculuk yapacağını sananlar bile duyar yakında. 100 yıl sonra genç bir komünist parti Türkçeden ve devrim kelebeğinin dolaştığı Türkiye coğrafyasından topa giriyor. Halkları özgürleştirebilecek bir çıkış bu.
Sonuçsuz kalamaz. Görürüz.