Lozan’a yönelik saldırının ve 'Lozan mitosu'nun yaratıcısı Kadir Mısıroğlu değil, şaşırtıcı olmayan bir şekilde Necip Fazıl’dır.

Lozan’ın gizli maddelerini kim yazdı?

Resmi tarih yalanlarla bezeli olsa da bu onun karşısına “alternatif” diye çıkarılan tarih yazımlarının ve tarih anlatılarının kendiliğinden “objektif” olduğu ve “hakikat”i anlattığı anlamına gelmez. Türkiye’de resmi tarihin karşısına konulan alternatif tarih yazımlarından ve tarih anlatılarından biri siyasal İslam’a aittir ve buna baştan aşağı yalanlar, uydurmalar, çarpıtmalar damgasını vurmuştur.

Bu yalanlar Latin alfabesinin kabulüyle bir gecede cahil kaldığımızdan tutun da II. Abdülhamid’in 33 yıllık saltanatı boyunca tek karış toprak vermediğine, Mustafa Kemal’i Milli Mücadele’yi örgütlemesi için Anadolu’ya Vahdettin’in gönderdiğinden tutun da hilafet ve saltanatın İngilizler istediği için kaldırıldığına uzanan bir genişlikte karşımıza çıkmaktadır ve on yıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarılarak bugüne kadar gelmeyi başarmış, İslamcılığın yirmi yıllık iktidarında ise daha da popülerleşmiş ve çok daha geniş kitlelerle buluşmuşlardır. 

Türkiye’de İslamcı tarih yazımının geniş kitlelerle buluşmasında kimi figürler son derece etkili olmuştur. Bizim cenahta bir dalga konusu yapılsa da Kadir Mısıroğlu bunlardan biridir. Onun ciltler boyunca yazıp çizdiklerinin geniş bir alıcısı olmuş, İslamcılığın gücüyle orantılı bir şekilde Mısıroğlu’nun söylediklerine inananların sayısı artmıştır. 

Örneğin Lozan Anlaşması’nın bir “zafer” değil “hezimet” olduğu yönündeki kanaati geniş kitlelere benimseten kişi Mısıroğlu’dur. Onun yazdığı “Lozan Zafer mi Hezimet mi” adlı kitabında öne sürdüğü tezler İslamcıların yakın tarihe, Lozan Anlaşması’na ve Cumhuriyet’e bakışını doğrudan biçimlendirmiştir. Mısıroğlu genel kanının aksine Lozan’ın gizli maddeleri ve bir bitiş tarihi olduğunu söylemez ama düşmana milyonlarca kilometrekare toprağın ve sayısız imtiyazın masa başında verildiğini, ortada bir zafer değil çok büyük bir yenilgi olduğunu uzun uzun anlatır.

Ancak Lozan’a yönelik saldırının ve “Lozan mitosu”nun yaratıcısı Mısıroğlu değil, şaşırtıcı olmayan bir şekilde Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl Cumhuriyet düşmanlığı adına tiyatro oyunlarından şiire, köşe yazılarından kitlelere yönelik hitabelere uzanan bir genişlikte üretimde bulunmuş ama bunlarla da yetinmemiş, İslamcılığın alternatif tarih yazımına en büyük katkılardan birini yapmış ve üstelik popülerliğini kullanarak bunu geniş kitlelerle buluşturmayı da başarmıştır. Lozan da o tarih yazımının bir parçasıdır.  

Necip Fazıl’ın konuya dair iki yazısı 1949’un sonlarında ve 1950’lerin ortasında sahibi olduğu Büyük Doğu dergisinde yayınlanır. Bu yazıların ana tezi Milli Mücadele’de kazanılan başarının İtilaf devletlerinin Türkiye’nin bağımsızlığını bu kadar kolay bir şekilde tanıması için yeterli olmadığı, bu başarının gerisinde başka şeyler aramak gerektiği yönündedir. 

Peki bu başka şey ne olabilir? Yani İsmet İnönü’nün başkanlığındaki heyet ve görüşmeleri Ankara’da anbean takip eden Mustafa Kemal, başta İngiltere olmak üzere Batı’ya ne vaat etmiştir ki karşılığında Batı Lozan’da Türkiye’nin bağımsızlığını tanımıştır? 

Necip Fazıl bu soruya “dinin öldürülmesi” şeklinde bir yanıt verir. Buna göre, Lozan görüşmelerinin ilk devresinde iki taraf arasında hiçbir uzlaşma söz konusu olmamış ve görüşmeler kesintiye uğramışken bir Yahudi din adamı olan Haim Naum devreye girmiş, ABD ve İngiltere’de Türkiye’nin bağımsızlığının tanınması için görüşmeler yapmış ve nihayetinde Lozan’daki İngiliz heyetinin başındaki Lord Curzon’u ikna etmiştir. 

Necip Fazıl’ın elinde herhangi bir belge, tutanak vs. yoktur elbette ama Naum’un arabuluculuk faaliyetlerine başlamak için yurtdışına gitmeden önce İstanbul’daki önemli Yahudi isimlerle bir araya gelip bir değerlendirme yaptığını ve onlara şöyle dediğini öne sürer: 

"İşte Anadolu’da milli bir Türk mukavemeti peydahlanmış ve ilk neticeyi almış bulunuyor. Bu hareketin başındaki zat, bizim, bütün şahsi fikir ve temayüllerini tanıdığımız bir kimsedir. Son derece ileri görüşlü, ananeye zıt kafalı bir zattır. Ruhunda, garp medeniyetine karşı çözülmez rabıta ukdeleri vardır. Fevkalade tesir ve telkin kabiliyetindedir. Türk milleti gibi uysal bir kütleye her tülü yenilikleri sindirecek bir şef olmak kabiliyeti yalnız bu zattadır. İşte bizim de planımız şimdi bu müstesna kabiliyet ve istidatları vadeden zatsa İslam birlik ve şuurunu çözdürmek olmalıdır. Bu an Türkiye’de din hâkimiyet ve timsalini yıktırmak için en bulunmaz tarihi fırsat dakikasıdır."

İsmi zikredilmemekle birlikte bahsedilen kişinin Mustafa Kemal olduğu açıktır. Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’yi zafere ulaştırmış olması ve liderliği Yahudiler tarafından İslam’ın Türkiye’deki egemenliğini yıkmak için bir fırsat olarak görülmektedir. İşte Naum da bu doğrultuda Batı’da temaslarda bulunacak ve Curzon’la görüşerek onu ikna edecektir.

Peki Naum Lord Curzon’ı nasıl, ne diyerek ikna etmiş, Batı’nın Türkiye’nin bağımsızlığını tanıması gerektiğine onu nasıl inandırmıştır? 

Naum Curzon’a Türkiye’nin istiklalini kabul etmek karşılığında “ona İslamiyet’e arka döndürtmenin mümkün olacağı”nı söylemiş, bağımsızlığın tanınması halinde “onlara ben İslamiyet temsilciliğini attırmayı kabul ve taahhüt ediyorum” demiştir. 

Naum’un İnönü’ye bunu yani “bağımsızlık için İslam’dan, dinden, mukaddesattan vazgeçilmesi” gerektiğini nasıl anlattığı, nasıl kabul ettirdiği meçhuldür; daha doğrusu Necip Fazıl orayı hızlıca geçer. Buna göre Naum koşarak Lozan’a gider, İnönü’yle geç saatlere kadar süren bir görüşme yapar, “son derece nazik, gizli ve hileli bir dil kullanarak” onu ikna eder, İnönü teklifi Ankara’ya bildirir, Naum’a Ankara’ya gelmesi talimatı gider, Naum Ankara’da bir gece kalıp Lozan’a geri döner ve ardından da anlaşma imzalanır. 

Dediğimiz gibi Necip Fazıl tüm bu iddialarına dair tek bir belge, tek bir tanıklık, tek bir açıklama sunmaz ama olayları bizzat kendisi görmüş, yaşamış, Naum’dan, Curzon’dan, İnönü’nden ilk ağızdan dinlemiş gibi anlatır. 

Anlaşılacağı üzere Necip Fazıl da “Lozan’ın gizli maddeleri” olduğunu söylemez, kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelerde verilen sözlü taahhütlerden söz eder; ancak onun yarattığı bu mitos İslamcı cenah tarafından iştahla benimsenir ve özellikle Mısıroğlu’nun “hezimet” iddialarıyla birlikte kulaktan kulağa aktarılarak bugünlere kadar gelir.

Bu “mitos”un esas popülerleştiği dönem ise içinde yaşadığımız dönemdir. Hemen hepsi Necip Fazıl’ın rahle-i tedrisatından geçmiş, Mısıroğlu’ndan etkilenmiş, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığıyla yetişmiş, saltanatçı ve hilafetçi kadrolar tarafından yönetilen yeni Türkiye’de “Lozan mitosu” kaçınılmaz bir biçimde geniş kitlelere ulaşmış, üstelik dallanıp budaklanmıştır.

Buna göre Lozan’da Batı’ya mevcut yeraltı zenginliklerini çıkarmama başta olmak üzere Türkiye’nin gelişmesini ve kalkınmasını engelleyecek sözler verilmiş, bunun için de yüz yıllık bir süre belirlenmiştir. Lozan Anlaşması’nın süresi 2023’te bitecek ve Türkiye zincirlerini kıracaktır.

Bu iddianın İslamcılık ve bugünkü iktidar açısından ne kadar kullanışlı olduğu ortadadır. Osmanlı’yı resmen tarih sahnesinden silen ve yeni devleti uluslararası ölçekte tanıyan anlaşmayı mahkûm etmek, Cumhuriyet’i ve kurucu kadroyu daha baştan ülkeye ve millete ihanetle suçlamak, Batı’nın ajanı olarak göstermek, İslamcılığın “yerli ve milli” olduğu iddiasını güçlendirmek,  AKP’yi Lozan zincirini kırmak için mücadele eden parti olarak sunmak… 

Tüm bunlara bir de sokaktaki “küçük adam”ın yaşadığı yoksulluğun ve sefaletin nedenini buraya bağlamasını, “dört kıtada at koşturan ecdad” söylemi üzerinden kendini güçle özdeşleştirmesini, Osmanlı nostaljisini ve Cumhuriyet’e yönelik hıncı eklediğimizde tablo tamamlanmaktadır: “Lozan mitosu” hayli işe yaramıştır ve halen de kullanılışlıdır.

Cumhuriyet’in 100. yılında Cumhuriyet üzerine yapılacak tartışmalarda, eleştirilerde, değerlendirmelerde elbette ki bizim de sözümüz olacaktır ve o söz de bellidir. Biz hiçbir şekilde İslamcılarla yan yana gelmeyiz, onların yalanlarına ortak olmayız. Cumhuriyet’ten geriye düşmeyiz ve onun kazanımlarına sahip çıkarak hakkını teslim ederiz. Ayrıca İslamcılardan farklı olarak Cumhuriyet’i çürütenin ve çöküşe götürenin onun sınıfsal karakteri olduğunu bilir ve ona göre hareket ederiz. Sol, Cumhuriyet’in ilerici yanlarını içerecek, kapsayacak ama sosyalist bir karakter kazandırarak onu aşacaktır. Meselemiz budur.