Bu anlayış salt Türkiye ile sınırlı değil ama “Dünya”yı küçümsüyoruz. “Dünya”dan kastım, haritanın bölündüğü siyasi birimlerin toplamı değil.

Leyleğin ömrü laklakla geçer

Şimdilerde pek duymadığımız bir atasözüyle başladım. Bir çok deyim ve atasözü gibi bu da haksız bir yargı içeriyor. Leyleğin ömrü öyle boş gevezelikle filan değil yollarda geçer bir kere. Konduğu yerde yuva yapmak, yavrularını besleyip büyütmek sonra yeniden yollara düşmek yoğun emek ve çaba gerektirir.

Hayatının yaklaşık yarısını Kuzeyde, yarısını ise Güneyde, Afrika’da geçiren leylek Avrupa’da kimi ülkelerin ya da kentlerin sembolüdür. Muhtemelen pagan dönemden kalma bir inanışla Hristiyan toplumlarda bebekleri leyleklerin getirdiğine, leyleklerin yuva yaptıkları evi doğal afetlerden koruduğuna inanılır. Anadolu Müslümanları ise göç yolları güneydoğu istikametli olduğu için leyleğin Mekke’ye hacca gittiğini düşünürler.  

Özetlersek, bizim içinde bulunduğumuz Avrasya kıtasında leylek sevilen, korunan, yuvası bozulmayan, avlanmayan ve saygı duyulan bir kuştur. Ya da yakın zamana kadar öyleydi. Geçen hafta Afyon’da üç leyleğin kurşunlarla öldürüldüğü haberini ilk duyduğumda hissettiğim şaşkınlık ve öfkenin sebebi de budur.

Haberi okuyanların çoğunun verdiği tepki Türkiye’de iktidarın siyasi kimliğine bağlı sebeplerle, her şeyin bozulduğu, insanlığın da elden gittiği yönündeydi.  Biraz daha titiz bir bakış bireysel silahlanmanın vardığı boyuta da odaklanabilir.  Akepe iktidarında kimlere silah taşıma izni verildiğini net bilmiyoruz ama tahmin edebiliyoruz.  Bunların önemli bir bölümünün hareket eden her canlıya ateş edebilecek zekâ seviyesinde olduğunu da.  

Suriye’ye yönelik askerî harekât, Yunanistan’la üst düzeyli dalaşma, Ukrayna’da süren savaş ve Fransa’da uzun yıllardır ilk kez solcu olarak tanımlanmaya müsait bir yapının seçimlerde ses getirmesi gibi “cazip” konuları bir kenara bırakıp bu haftanın yazısına uzun boyunlu bir kuşla başlamamın gerekçesi ne olabilir?

Açıklamaya çalışayım. Bu anlayış salt Türkiye ile sınırlı değil ama “Dünya”yı küçümsüyoruz. “Dünya”dan kastım, haritanın bölündüğü siyasi birimlerin toplamı değil. Birleşmiş Milletler de değil. Dünya bir gezegen. Üzerinde sayısını hâlâ tam bilmediğimiz çeşitlilikte canlı yaşıyor. Bütün bunların oluşturduğu toplam ekosistem deniyor. Bir tür yaşam döngüsü. Leylek, fok, kaplumbağa ve balarısı bu döngünün parçaları. İnsan dediğimiz geveze, kuyruksuz ve “akıllı” olduğu düşünülen primat da öyle.

Bu primatın çarpık dünyasında haritalar, karasuları, hava sahası, kıta sahanlığı münhasır ekonomik bölge vs. var. Yine bu dünyada, kapitalizm, tüketim, atık, sömürü, savaş, soykırım, göç mevcut. Geri kalan gerçek dünya, ekosistem, atmosfer, deniz, deniz canlıları ya da milyonlarca tür böcek ise teferruattan ibaret.

Kapitalizm daha çok büyümeyi, daha çok kazanmayı, rakiplerini çiğnemeyi ve sömürüyü azamiye çıkartmayı hedefleyen bir sistem. Aksi takdirde ayakta kalması imkânsız. Bunun için dünyanın kaynaklarını acımasızca tüketiyor. Kapitalist sistemin devletlerinin çıkardıkları savaşların tamamının sebebi de kaynak paylaşımı. Denizlere, o denizlerdeki balıklara ve diğer tüketilebilir canlılara, dibindeki minerallere, petrole, doğalgaza el koymak, tümünü olmasa da çoğunu almak bize “ulusal çıkar” diye anlatılan masalın ana fikri.
Ulusal çıkar dediklerinin ardında büyük maden tekelleri, dev petrol şirketleri, ceketli, tayyörlü inşaat mafyası var. Siz bir bölgeye zorla veya diplomasi yoluyla el koyuyorsunuz, onlar gelip dağın veya denizin bağrını deliyor, kaynakları çıkartıyorlar. Geçtikleri her yerde doğal hayat sona eriyor.  Çıkarttığı kaynakların birkaç orta boy parçasını kendilerini çağıran “açgözlü sınıf”ın önüne atıyorlar. O açgözlü sınıf da arsızca zenginleşirken, sömürüye devam edebilmek için kalan kırıntıları “aç sınıf”a dağıtıyor. Bunu da bize “ulusal çıkar” diye pazarlıyorlar.

Oysa doğanın ve onu oluşturan unsurların ulusu da ulusal çıkarı da yok. Karabiga’nın bulunduğu Kemer yarımadasında arka arkaya inşa edilen termik santrallerin zehirledikleri leylekler pasaport ve vize kullanmıyorlar seyahat için. Marmara’nın nadir Akdeniz fokları aynı yarımadanın kıyılarında yaşadıkları halde ÇED raporlarına “burada Akdeniz foku yok” yazan “uzmanlar” ise Yunanlı, Suriyeli, Afgan filan değil şerefli T.C. Vatandaşı.  Oy kullanıyor, askerlik yapıyor, İstiklal marşı okununca ayağa kalkmayı ve cenaze namazlarını kılmayı hiç ihmal etmiyorlar.

Öfkemin aklımın önüne geçmesinden korktuğum bir konu bu. O yüzden sık sık ara vererek yazıyorum her zamankinin aksine.  “Efendim, Adalar konusunda uluslararası hukuk bizim yanımızda, Ege adaları Anadolu’nun kıta sahanlığındadır” filan diyenlere denk gelince aklıma Yassıada’da yaratılan beton cehennemi geliyor, geçen hafta “imar” projesi basına yansıyan Ayvalık Körfezi’ndeki Tavşan Adası geliyor, Marmaris kıyılarındaki Sinpaş katliamı geliyor, kıyılarımızda tükenen sünger, kökü kazınan deniz hıyarı (bu monşer de pek kabaymış diye ayıplayacaksanız deniz patlıcanı da diyebilirim), kıyılarımda yok edilen deniz çayırları geliyor, kepçeyle müsilaj toplayan yerel ve genel iktidar sahipleri geliyor, Kuzey Ormanlarını yerli ve milli şekilde katledenler, kupon arsa satmak için  İstanbul yarımadasının gırtlağını kesmeye kalkışanlar geliyor.

Çevreci deyince hâlâ ağzımızın kenarında alaycı bir gülümseme beliriyor. Kıymeti kendinden menkul ulusalcılar, stratejist bozuntuları, uluslararası ilişkiler uzmanları Doğu Akdeniz’e bakınca görünmeyen deniz sınırları ve boru hatları görmemizi istiyorlar. Bu oyunu bozmaya kalkışanlara, “Akdeniz ölüyor siz cesedini paylaşıyorsunuz” diyenlere yarı çatlak marjinal muamelesi yapılıyor.

Çevreciliği doğru bilmiyoruz. Düzen öğrenmemizi engellemek için elinden geleni yapıyor. Almanya’daki Yeşiller yaklaşık elli yıldır bu cahilleştirme planının en etkin parçası olarak hizmet veriyor. Çevreci olmak için solcu olmak gerekmediğini giderek daha çok işitiyoruz son yıllarda. Bu kuyruklu bir yalan. İnsan çevresindeki ekosistemin bir parçası. Ekosistem olmazsa insan da insanlık da olmayacak.

Amazon yağmasını engellemeye çalıştığı için 1988’de alçak bir toprak sahibi tarafından öldürülen Brezilyalı sosyalist sendikacı Chico Mendes’e atfedilen bir slogan var: “Sınıf Savaşını dışlayan çevrecilik bahçıvanlıktır”. Mendes Kapitalizme karşı verilen mücadelenin çevre için verilecek mücadeleyle at başı gitmesi gerektiğini söylüyor. O kadar haklı ki!

Sosyalistler çocuklarına sömürüsüz bir dünya bırakmak için uğraşıyor, didiniyor, ölüyor, öldürülüyorlar. Kastettikleri dünya insanlar, siyasi sınırlar, karasuları, hava sahası, boru hatlarından ibaret değil.

O dünya, milyonlarca farklı türle hakça paylaşmayı kabullenmediğimiz takdirde hayatta kalamayacağımız mavi, küçük bir gezegen. Büyük İnsanlığı savunmak için savunmaya mecbur olduğumuz gezegen.