Yeni Osmanlı da ne yenidir ne de Osmanlıdır ama Yeni Osmanlıdır ve bu gerçektir. Böyle bir Yeni Osmanlı’nın simgesinin Orhan Pamuk olmasıysa hiç şaşırtıcı değildir.

Kuzey kutbunda saat kaç?

Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi romanının diziye uyarlanacağını duyduğumda ilk düşüncem “tesadüf değildir” olmuştu.

Orhan Pamuk’un kim olduğunu iyi biliyorduk, romanını da. Dizinin senaristinin Samanyolu TV’de kariyer yapmış bir isim olması ise herhalde “hayatın ne kadar renkli olduğunu” göstermiyordu bize.

Orhan Pamuk bir NATO tetikçisiydi. 2012 yılının Aralık ayında birkaç isimle birlikte yayınladığı mektupta Suriye’yi tehdit ediyor, Esad’a “sonun Kaddafi gibi olur” diyor, emperyalist devletleri göreve çağırıyordu.

Yeni Osmanlıcılığın parlama anıydı 2012 dönemeci.

Aslında Pamuk her zaman bu kadar cüretli değildi. Pamuk asıl yeteneğini Osmanlı özlemini Batılı renklerle yeniden yeşertirken gösteriyordu. Masumiyet Müzesi de aynı temanın takipçisiydi. Orhan Pamuk “Doğulu bir Batılıydı” ve bunun bu topraklarda tek bir anlamı olabiliyordu: Osmanlıcılık.

Hatırlayacaksınız, yine aynı platformda yayınlanan “Bir Başkadır” dizisi de “Yeni Türkiye”nin makul ortalamacılığını salık veriyordu. O zamanlar Millet İttifakı’nda cisimleşen bu uzlaşmacılık ve normalleşmecilik ile dizinin mesajı tesadüf olamayacak kadar örtüşüyordu. 

Şimdi böyle bir ittifak yok ama uzlaşmacılığa ve makulu yakalama arayışına Türkiye’nin geleceğinde elbette bir yer var. Yeni Osmanlıcılık bu arayışın cisimleştiği bir kavram.

Aslında, geçtiğimiz yılın ekranlardaki ürünlerinde de bunu görmek mümkündü. Tarikat dizisine de baksanız polis dizisine de, aşırılıklarından arındırılmış bir orta yol görmeniz hiç de zor değil.

Ama keşke her şey Orhan Pamuk’tan ibaret olsaydı. 

Pamuk’un ve kitabını basan İletişim Yayınları’nın Türkiye’de hangi misyonu üstlendiğini anlatırdık ve konu kapanırdı. Oysa, hayatta böylesine tesadüflere yer olmadığını bize hatırlatan şey çok daha kapsamlı bir sorundan kaynaklanıyor.

Türkiye aydını oldukça uzun bir süreyi kendi evinin neresi olduğunu anlamaya çalışmakla geçirdi. Batı neydi, Doğu neydi. Batılılaşma ne demekti, bize ne kadar iyi gelecekti. En uygun formülü yakalamak için hangisinden ne kadarını kullanmak gerekirdi…

Benzer tartışmalar Rusya’da da yapılmıştı. Rus aydını kendi sonrasına olgunlaşmış bir tartışma devrederken bizlere de zenginliğinin ispatı olan eserler bırakmıştı.

Ancak asıl önemlisi Rus devrimiydi. 1917 ile birlikte kurulan yeni düzen Rusya’ya ve daha geniş bir coğrafyaya bir çıkış yolu sunmuştu. Her soruyu yanıtlamamıştı kuşkusuz fakat arada kalmışlığa son vermiş, bir ülkenin kaderinin nasıl çizileceğine dair tartışmaya nokta koymuş, Çernişevski’yi haklı çıkarmıştı.

Sovyet düzeni, Çarlık’ın emperyal ihtiraslarını da boşa düşürmüş ve Sovyet ülkesi Türkiye’de Cumhuriyetin önünü açmıştı. Tarihte bir devrim diğer devrimi beslemiş ve bugün bizim yurdumuz olarak kodladığımız toprak parçası gerçeklik kazanabilmişti.

Ve unutmayalım Balkanları, İstanbul’u kendi egemenlik alanı olarak gören, “Türkler Ortodokslara zulüm ediyor” diyerek Boğazlar’da hak iddia eden Rus Çarlığı değildi yalnızca. Rusya sosyalizme doğru yol almasaydı, “Çanakkale Boğazı'nın Milyukov’u” lakabıyla bilinen Pavel Milyukov’un burjuva Rusyası olacaktı konuşulacak olan.

Bizdeyse aşağı yukarı Tanzimat ile birlikte başlayan tartışma tam da bu eksiklik nedeniyle kapanamıyordu. Osmanlı çıkışsızdı, Batıysa ilerideydi. Batı kötücüldü, Osmanlıysa dingin ve huzurluydu. Osmanlı koruyup kollayıcı Batıysa tahripkar ve çatışmacıydı.

Cumhuriyet’in ilk kuşak aydını bunu bakiye olarak almıştı. Yeni düzene güvenmek istiyordu ama yeni düzen bazen son derece düzleyiciyken bazense son derece ortalamacı olabiliyordu. Arada kalan aydın kendini evinde hissedemediği oranda Osmanlı’ya bakma ihtiyacı hissetti.

Türkiye’nin aydını saatini ayarlamakta güçlük çekiyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Kemal Tahir’e ve bugüne uzanan bir izlekten bahsediyoruz. Öte yandan, nasıl 1960’ların açtığı sınıfsal pencere başka bir yol sunabildiyse bugün o yolun yokluğu ve üzerine gelen AKP Türkiyesi de eski izleğin nasıl canlı tutulduğunu bize ispatlıyordu.

Osmanlı münevveri “Düvel-i Muazzama”dan korkuyordu ama onsuz da yapamıyordu. Osmanlı’nın travmasında kendi güçsüzlüğüyle bir zamanlarki ihtişamı tuhaf bir çelişki oluşturuyordu.

Niyazi Berkes “Devrimciliğe en aşırı şekilde düşman olan Abdülhamit devri, Batıcılığın en aşırılaştığı zamandır. Batılılar Atatürk dönemini Batıcılık düşmanlığı, Menderes dönemini ise Batıcılık sevgisi dönemi olarak anlarlar” derken benzer bir çelişkinin sonuçlarına işaret ediyordu.

Yani sorun “aydın”dan ibaret değildi. Türkiye’nin geleceğinin bir tarafta “Batıcılar” ve diğer tarafta “Milliciler” gibi kısır bir rekabete hapsedilmesi aynı çelişkinin yeni suretlerle kabarmasıyla ilgiliydi. Ama bu sefer emperyal vizyonla: Nereye kadar Batıyla, nereden sonra “Batıya rağmen”.

Bir devrimle yeni bir düzen kurulana kadar da bu böyle devam edecek. O ana kadar, tıpkı Kuzey Kutbunda olduğu gibi, herkes istediği saati söyleyebilecek.

Demek ki bu sefer sorun “evini kaybeden”, “Osmanlı mı Cumhuriyet mi?” diye sancı çeken ve Osmanlı-Cumhuriyet sentezinde tercih yapamayan aydının travması değil. Bugün sorun bir tür rövanş anlamına gelen Yeni Osmanlıcılığa insani ve estetik bir kılıf kazandırmakla ilgili.

Şanlı geçmişinden uzaklaştırılan; Balkanlardan, Kafkaslardan ve Orta Doğu’dan kopartılıp atılan bir devletin geri dönüşü…

Önce milliyetçilik, sonra sermaye ve sınıf savaşımıyla, devrimle kapısı çalınan ve huzurundan edilen Osmanlılığın geri dönüşü…

Kemalizmin Batılılaşma hamlesiyle kendi olmaktan uzaklaşan bir toplumun kendi kimliğini bulma arayışı…

Rövanşizm her zaman Hitler'in, Mussolini’nin sözlerindeki gibi vücuda gelmek zorunda değil. Yeni Osmanlı da, Osmanlı Devleti’ndeki haliyle ortaya çıkmak zorunda değil.

Voltaire, “Kutsal Roma İmparatorluğu ne kutsaldı, ne Romalıydı ne de imparatorluktu” demişti. Yeni Osmanlı da ne yenidir ne de Osmanlıdır ama Yeni Osmanlıdır ve bu gerçektir.

Böyle bir Yeni Osmanlı’nın simgesinin Orhan Pamuk olmasıysa hiç şaşırtıcı değildir.