Ne kadar birikim, devretme, devralma dersek diyelim, nerelerden, nasıl geçip, hangi engelleri aşarak menzile erişileceğini bugünden kimse tümüyle bilemez.

Kuşaklar gelir geçer, mücadele sürer

Elde etmem biraz geciktiği için ancak okuyabildiğim bir kitaptan yola çıkacağımdan kuşaklar sözcüğünü öne çıkardım. Aslında kuşakları konuşmaktan oldum olası hoşlanmamışımdır. Hoşlanmamanın ötesinde sanıldığı kadar anlamlı da bulmamışımdır. Bu yüzden, başlıkta anlatmak istediğimi daha iyi anlatanın kuşaklar yerine insanlar sözcüğü olduğunu düşünüyorum. Böyle demenin mücadelede insanın önemini küçümsemek anlamına geleceğini ise hiç sanmıyorum; çünkü, mücadelenin insanlar tarafından yapıldığı apaçıktır.

Kuşak denince bir dönemleştirmenin hemen hemen her durumda söz konusu olduğunu ileri sürmek mümkündür. Belli bir zaman diliminde yaşayıp ölmüş ve hâlâ yaşamakta olan, belirli toplumsal olaylarda belli ölçülerde yer almış insanlardan oluşan kuşaklar üzerine konuşmanın, yazıp çizmenin, özellikle son kırk elli yılda yaygınlaştığı ileri sürülebilir. 

Bu yazının konusu olmaktan çok tetikleyicisi olduğu söylenebilecek kitabın adı, Çocuk, Buğu, Bir de Biz; yazarı Asaf Güven Aksel. (Yazılama Yayınevi, Mart 2021). Bu yazıyı okuduktan sonra burada ileri sürülenleri az çok anlamlı, hiç değilse ilginç bulanlara, adını andığım kitabı da okumalarını öneririm. Önerim, bu yazıyı sonuna kadar okuyamayanlar ya da okuyup öyle ilginç milginç bulmayanlar için de geçerlidir; çünkü, yazılması da okunması da acemi işi olmayan bir kitaptan söz ediyorum ve sözünü edenin beceriksizliği herhangi bir kitabın okunmaya değerliği açısından yeterli bir ölçüt sayılamaz.

Yazar kendisinin “78’li” olduğunu söylüyor; madem yeri geldi, ben de bir önceki kuşaktan, adlı adınca “68’li” olduğumu  ekleyebilirim. Bu arada, kuşakların dönemleştirilmesi işinin yaygınlaşıp popülerleşmesinin “68’lilik” ile başladığına işaret etmek doğru olur. Ancak, buradaki 1968 yılı, ne bilinen anlamda bir doğum tarihi ne de rasgele seçilmiş bir yıldır. Önce yaşlı Avrupa kıtası olmak üzere, hemen hemen dünyanın her yanını kaplayan üniversite gençliğinin isyanına göndermede bulunur. O tarihte üniversite öğrencisi olanlara, ama hasbelkader oralarda öğrenci olarak bulunanlara değil, o kalkışmanın şöyle ya da böyle içinde yer almış olanlara ise “68’li” denilmiştir. Ötekiler onar onar sayılarak ilkine göre adlandırılmıştır. İleriye doğru sayarak 78’den daha yakınlara gelindiğini de hatırlıyorum. 

***

“Benim kuşağımın devrimcileri, kendilerini çok az anlattılar. (…) dışarıdan bir nesneye bakar gibi bakanlar ise çok fazla anlattı, çok fazla” diyor Aksel. Kitabı okurken “bunları niye anlatıyorsun şimdi” dediğim oldu; okuyup bitirdiğimde “iyi ki anlatmışsın kardeşim” dedim.

Asaf’ın, kendisi birkaç yerde farklı noktaları vurgulasa da, onların yanı sıra, 1978 yılından biraz geriye biraz ileriye giden kesitlerden oluşturduğu bu kitabı Ayhan için yazdığını söylersem yanılmış olur muyum, bilmem; en azından bende öyle bir izlenim bıraktığını söylememde sakınca yok. 

“Tuhaf  takımdı. Diyelim yabancı bir semtin futbol turnuvasına katılır, ilk üç maçı da farklı kazanır, birbirini daha iyi tanıyan diğer rakipler bu bela veletlere karşı işi sertliğe, çamura dökmeye başlayınca acil toplantı yapar (…) kırıcılık olacağına çekilelim kararı alırdı. Teknik direktörlerinin tebliğiyle sahadan çekilir, şaşkın bakışlar altında sırıtırlardı mahalleye dönerken. Şahinspor ille kazanmak için maç yapmaz, top oynardı…” 

Bırakalım çoğumuz dahil pek çok insanın sahteciliklerle dolu ürünlerini izlemek için dünyanın vaktini katlettikleri endüstri kolunu, en sevimli mahalle aralarında bile böyle top oynayan çocuklar kalmış mıdır? Mahalle araları kalmış mıdır? Böyle takımların, mahalle aralarında bile olsa, var olduğu bir zaman yaşanmış mıdır, yoksa yazar kurmaca ile yaşanmışı bir arada kaleme aldığını kendisi de itiraf ettiğine göre, bu paragrafta anlatılan tümüyle kurmaca mıdır? Hiç sanmıyorum.

İşte bu takımın, kendisine sorulursa doğru dürüst futbol ayakkabısı olmadığı için müzmin yedeği olan, ama hiç mızıkçılık etmeden yedek kalma görevini sürdüren Ayhan, bir zamanların efsane olmuş “anarşik” eylemi Suadiye Vapurunun kaçırılmasında da yer alır, yürüyüşler de yapar, marşlar da söyler, duvarlara kırmızı harflerle düşüncelerini de yazar, Schaub-Lorenz marka teybine teorik pasajlar da kaydeder, daha on altı yaşında babasıyla balkonda pişti oynarken kimliği belirsiz bırakılan bir faşistin kurşunuyla da dünyamızdan göçer gider.

***

Kuşaklardan, daha doğrusu, kayda değer uzunlukta sürelerle toplumsal mücadele içinde bulunanlar arasından geriye kalanları, canını verenlerle doğal ömrünün sonuna kadar mücadeleden kopmayarak göçmüş olanları sınıflandırma dışı bırakırsak, başlıca üç kümede toplamak mümkün görünüyor. 

Birincisi, mücadeleyi sürdürenler. Burada neyi amaçlayan, nasıl bir örgütlülük olduğu ve benzeri ölçütler elbette önemli olmakla birlikte, kavgadaki inadın öne çıktığı bir kalıcılık, kesintilere uğrasa bile hiç yok olmayan bir süreklilik asıldır. Bu kümedekilerle, mücadelenin gerekleri konusundaki dostça tartışmalar dışında, bir sorun çıkmaz. 

İkincisi, Asaf’ın deyişini ödünç alırsak, “hey gidi günler”ciler. Bunlar, mücadeleyle bir ilişkileri kalmamakla birlikte, geçmiş günlerini biraz özlem, daha çok da küçümseme ve alaysama ile anar, böylelikle çaresiz yok edemedikleri iç sızılarını bir tür esriklik, kimi zaman da, daha çok bilinen sözcüğü yazalım burada, düpedüz sarhoşluk ile baskılamaya çabalarlar. Bunlardan genellikle fazla zarar gelmez. Ancak, kendilerine tahammül etmenin her türlü hoşgörü sınırlarını zorladığı durumlar sık sık ortaya çıkar. Buna karşılık böylelerinin, ilişkilerin çoğalması durumunda, mücadeleye çok yeni katılanlar üzerinde zararlı etkilere yol açma olasılığı epeyce yüksektir

Üçüncüsü, pişmanlar ya da pişman intikamcılar. Bunlar intikam alma azim ve kararlılıkları mücadele içinde geçirdikleri süreyle doğru orantılı olarak değişen pişmanlardır. Aralarında nasıl olduğu belirsiz yollarla çok zenginleşip parasının hesabını bilmeyenlerin yanı sıra “memlekete hizmet üretmekle olur” diyerek sınıfa katılmış yeni kapitalistler de az değildir. Bu türdeki öç alma duyguları zaman zaman yedi göbekten kapitalistleri de onların bekçisi azgın faşistleri de geride bırakır.

***

Bir yerde şöyle demiş Asaf: “Bize devreden kuşakları, bizden devralan kuşakları, yok edilemeyen sosyalizm mücadelesinin hiç durmayan akışı olarak görmek bile, ‘onca fedakârlığa bir arpa boyu yol’ hayıflanmasının erken yaşlanma hastalığı olduğuna yeterli kanıt değil mi?

Yeterince kuşak sözü ettik yazının burasına kadar. Bundan sonra o sözcüğü kullanmadan devam edeceğim. Kıdemliler, belki daha doğru sözcükle, eskiler ya da daha önce gelmiş olanlar, yeni gelenlere “bi şeyler” aktarırlar. Doğaldır bu, nesnel olarak böyledir. Buradaki zorunluluğa iyi/kötü, olumlu/olumsuz, ilerletici/geriletici türünden nitelemeler eklemek ise işin öznel yanıdır; başarılır ya da başarılamaz, ama mutlak başarısızlık olmaz. Bu öznel yan, her durumda hiç değilse bir en az düzeyde kendini gösterir; mücadelenin şu ya da bu ölçüde, ama mutlaka bir süreklilik kazanmasının temelini oluşturan, bu öznel başarım düzeyinin bir tür nesnelliğe dönüşmesi ile ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, kabaca eskiler ve yeni gelenler diye tanımladığımız bu kategoriler sırayla ya da birbirini dışarıda bırakarak değil, bir arada ve  etkileşim içinde var olurlar. Demek ki, daha önce gelmiş olanlar ile yeni gelenlerin birbirini izlemesinden çok birlikte var olup devinmeleri önem taşır. Mücadeleyi hem sürekli hem de alt edilmez kılan, işte bu birlikte var olma ve birbirini besleyerek devinme sürecidir.

Can Yücel’in unutulmaz dizelerinden esinlenerek en güzel yüz metrelerle dolu bir maraton koşusudur bu süreç, denebilir belki. Ama ne kadar birikim, devretme, devralma dersek diyelim, nerelerden, nasıl geçip, hangi engelleri aşarak menzile erişileceğini bugünden kimse tümüyle bilemez. Biliyorum diyenler çıkarsa, kulağasmayın, bildikleri devede kulak misalidir.