Hindistan veya Fransa’da kurumlar Modi ve Macron gibi “kötü niyetli” siyasetçilerin hedefi oldukları için mi “boşa düştüler”? Yoksa kurumların dışında daha güçlü ve belirleyici bir "kurum" mu var?
Bundan dokuz yıl kadar önce, şimdi ne yazık ki aramızda olmayan gazeteci arkadaşım telefon etmiş ve Hindistan’ın Ankara Büyükelçisi’ni eşiyle birlikte eve yemeğe davet ettiğini söyleyip eşinle sen de gelir misiniz diye sormuştu. Bizim dünyada alışıldık bir şeydir. Özellikle mesleğin ilk yıllarında resmi yemeklerde “dolgu malzemesi” olarak kullanılırsınız. Elbette bu kez öyle bir durum söz konusu değildi. Gazeteci dostum, kendisinin de eşinin de Hindistan’la ilgili çok fazla bilgi sahibi olmadıklarını, bu yüzden bizi bir tür “sohbet tetikleyicisi” olarak çağırdığını da söylemişti.
Sene 2015’ti ve gerçekten de eşimle birlikte 2008 yılından bu yana manyaklık sınırlarını zorlayan bir Hint sineması tutkusu geliştirmiş, o süre içinde tahminen birkaç yüz film izlemiştik. Her ülkenin sineması o ülke hakkında genel bir fikir verebilir ama Hint sineması sanırım bu konuda daha da önde duran bir örnek. Birçoklarının sandıkları gibi Hindistan’da sinema “Bollwood”dan ibaret bir şey değil. Ülkede konuşulan bir çok dilde film değil, sinema var. Aklıma gelen ilk örnekler Telugu, Tamil ve Malayalam dilinde film üreten bölgesel sinemalar. Keza bütün bu endüstriyel yapıların dışında kalan bir bağımsız sinema geleneği ve Hindistan dışında yaşayıp Hint filmi yapmaya devam eden bir başka üretim kolu da var. Hindistan sineması bir bütün olarak ve yeterince uzun süre bakıldığında “Haber bülteni”ne dönüşebilen bir şey. Tarihi de günceli de yereli de geneli de ele alabiliyor. Dönemlere göre sinemanın girdiği şekilden ülkenin merkezi ve bölgesel siyasetindeki değişiklikleri hissetmek mümkün.
“Mughal-e-Azam1”ın veya daha yakın dönemden “Jodaa Akbar2”ın tarih anlatımı ile 2022 yılı yapımı “RRR3” arasında ciddi bir yorum farkı olduğu Hint sinemasına aşina olanların üzerinde birleştiği bir olgu. Neyse biz konumuza dönelim.
Birçok benzeri gibi son derece entelektüel ve düzgün bir diplomat olduğu izlenimi veren Hint Büyükelçisi ve eşiyle keyifli bir akşam yemeği yedik o gece. Doğal olarak Türkiye’den, Hindistan’dan ve siyasi gelişmelerden konuştuk. Daha eyalet başbakanlığı döneminden itibaren Hindu milliyetçiliğiyle öne çıkan Hindistan Başbakanı Modi iktidara geleli bir yıl kadar olmuştu. Bir noktada, Modi’nin Hindistan’a ve halkına vereceğinden emin olduğum zarardan söz ettim. Büyükelçi ciddileşti ve “Beyefendi, Hindistan bir kurumlar ülkesidir. Bir şahsın kaprislerinden etkilenme ihtimali yoktur” dedi.
2024’e geldik. Dünyanın en kalabalık “demokrasisi” olarak nitelenen Hindistan’daki “kurumların” Modi’nin keyfi yönetimini, arsız piyasacılığını ve ülkede yaşayan diğer dinlere mensup yurttaşları bezdiren Hindu milliyetçisi hatta ırkçısı politikalarını ne kadar durdurabildiği ortada.
Şimdi geçelim dünyanın farklı ve kimilerine göre “çok daha medeni” bir köşesine. Fransa’dayız. Herkes az çok takip etmiştir ama özetleyelim. Fransa’nın sermaye dostu Cumhurbaşkanı Macron Haziran ayında beklenmedik bir şekilde parlamentoyu feshetti ve ülkeyi parlamento seçimlerine taşıdı. Seçimlerden sonra ortaya çıkan parlamento aritmetiği ortaya tam da Beşinci Cumhuriyet kurumlarının kaçınmak istediği bir manzara koydu. Fransızlar, hiçbir siyasi gücün tek başına parlamento çoğunluğunu sağlayamadığı bir sabaha uyandılar. Kabaca sol (Yeni Halk Cephesi), klasik sağ ve Macron’cu merkez sağ ile aşırı sağ koltukları paylaştılar.
Sosyal medya üzerinden tanıştığım ve benimle farklı bir siyasi kulvarda yürümekle birlikte görüş alışveriş yapmaktan keyif aldığım Fransa’da yaşayan Türkiye kökenli bir akademisyenle yazıştık o dönemde. Türkiye ve dünyada bir kesim solcular kazandı diye bayram yaparken benim teşhisim seçimlerden kaos çıktığı yönündeydi. Bu görüşümü paylaştığımda muhatabım kızdı ama nazik bir üslupla kaosun tanımını bilmediğimi, böyle bir durumun söz konusu olamayacağını zira Fransa’nın “kurumlar ülkesi” olduğunu söyledi.
O kurumlar ülkesinde Macron, seçimler sonrasında teamüllere uygun olarak istifa eden hükümetin istifasını kabul etmedi. Başbakan Attal ısrarlı olunca bir süre sonra razı oldu ama müstafi hükümetin görevine devam etmesini istedi. Kurumlar ve teamüller Cumhurbaşkanı’nın parlamentoda en çok oyu alan harekete hükümeti kurma görevi vermesini gerektirirken Macron müthiş bir keşif yaparak “şimdi sırası değil, olimpiyatlar geçsin sonra bakarız” deyiverdi. Bundan daha da vahim olmak üzere, Ulusal Meclis Başkanı seçimlerinde Beşinci Cumhuriyet tarihinde hiç rastlanmayan bir skandal yaşandı. Müstafi hükümetin görevlerini sürdüren üyeleri o seçimlerde oy kullandılar ve o sayede İsrail yanlısı ve halk düşmanı eski Meclis Başkanı Braun-Pivet yeniden seçildi.
Fransa’nın kurumlarının, yönetimin her icraatını titizlikle denetleyen Danıştay’ın ve daha da önemlisi Anayasa Konseyi’nin gıkı dahi çıkmadı. Anlaşılan, o güne kadar hiç kimse böyle haltın yenebileceğini, yürütmenin, yasamanın işleyişine bu şekilde doğrudan müdahale edebileceğini hayal etmemişti. Ülkenin cumhurbaşkanı “şu an biraz meşgulüm, Seine nehrinde adam yüzdüreceğim” gibi bir gerekçeyle hükümet kurma görevini kimseye vermemişti, hükümet üyelerine parlamentoda oy kullandırmıştı ve Batı “demokrasileri”nin pek övündüğü Kuvvetler/Erkler Ayrılığı kavramının çağdaş dönemdeki fikir babası sayılan M. Duverger’nin ülkesinde Yargı ve Yasama erkleri, bir başka deyişle “kurumlar” seyirci kalmışlardı.
Macron’un marifetleri bununla da sınırlı kalmadı. Olimpiyatlar bitti. Seçimlerden sandalye sayısı bakımından birinci çıkan Yeni Halk Cephesi (YHC) parlamento dışından bir Başbakan adayı belirledi. Aday Lucie Castets, Paris Belediyesi’nin mali konulardan sorumlu bir bürokratıydı. Fransa ölçülerinde “sosyalist” olmanın ötesinde bir solculuğu filan da yoktu. Macron Yeni Sol Cephe’nin önerisini önce duymazdan geldi, kamuoyuna oyalama kabilinden abuk subuk aday isimleri sızdırdı. Son olarak ise bir basın açıklaması yayınlayarak, bugüne kadar yaptığı hükümet kurma temaslarından olumlu bir sonuç çıkmadığını, yeni bir görüşme turuna başlayacağını ancak bu kez, YHC, klasik sağ ve aşırı sağdan kimseyle görüşmeyeceği belirtti. Yazılı açıklamasında, Yeni Halk Cephesi’nin önerdiği bir Başbakanı atamanın “kurumsal istikrar” bakımından uygun olmayacağını da ekledi.
Macron’un bu açıklamasının gerçek anlamı şuydu: “Seçim yaptık ama sonuçları beğenmediğim için yapılmamış sayıyorum ve parlamentoda üçüncü parti konumuna gelen kendi siyasi hareketimden ya da ona yakın bir şahsiyeti Başbakan atayacağım.”
Macron’a göre seçim sonuçları yüzünden istikrarı tehlikeye giren (!) “Kurumlar” sanırım bir rahat bir nefes aldılar. Öyle ya Fransa bir “kurumlar ülkesi”ydi ve onların istikrarı her şeyden önemliydi. Hiciv bir yana, YHC bunun üzerine Fransız Anayasasının Cumhurbaşkanı’nın azline dair 68. maddesini işletmeye çalışacağını ve sendikalarla birlikte sokağı hareketlendireceğini duyurdu.
Seçimlerin üzerinden yaklaşık iki ay geçmiş olmasına karşın Başbakan adayı dahi atanmayan, Cumhurbaşkanı’nın ise azil süreciyle tehdit edildiği bir ülkedeki manzarayı “siyasi kaos” olarak adlandırmayacaksak başka ne diyebiliriz bilmiyorum.
Bunca laf kalabalığından çıkartacağımız ders ne olabilir? Hindistan veya Fransa’da kurumlar Modi ve Macron gibi “kötü niyetli” siyasetçilerin hedefi oldukları için mi “boşa düştüler”? Yoksa Anayasa ve yasa hükümlerinin, teamüllerin korunmasını amaçlayan kurumların dışında daha güçlü ve daha belirleyici bir “kurum” ya da “kurumlar” mı var?
Komünistler bu soruların yanıtını biliyorlar. Kapitalist ülkelerdeki kurumların varlık sebebi mevcut sistemin kollanması ve sürdürülmesidir. Bu ülkelerde sistem sermayedir. Sermaye eldeki kurallar manzumesinin korunmasını kendi çıkarları bakımından yetersiz bulduğu anda kurallar da kurumlar da gereksiz hale gelir ve çöpe atılırlar.
Hindistan’da, Fransa’da ve Türkiye’deki şaşkınların ve halkı kandırmak isteyenlerin örnek gösterdiği birçok ülkede yaşananların yönetici özeti budur. Sermaye isterse, ifade özgürlüğü başta olmak üzere, kişisel özgürlükler de kurumlar da önce bahane sonra da birer sarf malzemesi haline gelirler. Soykırıma uğrayan bir halkı savunanlar İngiltere’de olduğu gibi zindana tıkılır, o halkın renklerini taşıyanlar Almanya’da olduğu gibi polis şiddetine maruz kalır.
Aragon “mutlu aşk yoktur” derken yanılmış olabilir. Buna karşılık sermaye diktatörlüğünün hâkim olduğu, eşitliğin bulunmadığı “burjuva demokrasileri”nde özgürlüğün ve kurumların ilk krizde gözden kaybolacak bir serap olduğunu söyleyenlerin dayanağı tarihsel deneyim ve hayatın yadsınamayacak gerçekleridir.