Toplumun çıkarları doğrultusunda toplum tarafından örgütlenmiş bir ekonomiyi, adil bölüşümü, kamuculuğu, halkçılığı siyasal mücadelenin kalbine taşıyacağız.

Kurtardığımız bankalar, kurtaramadığımız insanlar

ABD’nin en büyük ilk yirmi bankası arasında bulunan ve teknoloji şirketlerini fonlayan Slikon Valley Bank, Amerikan Merkez Bankası FED’in izlediği faizleri yükseltmeye yönelik politikaların bir sonucu olarak 10 Mart günü battı. Bankanın açıkladığı zarar, mevduat sahiplerinin paralarını hızla çekmelerini beraberinde getirmiş, bunun sonucu da hızlı bir çöküş olmuştu.  

Bankanın batışının küresel finansal sistem üzerinde yeni bir kriz yaratmaması için arka arkaya tedbirler alınırken, bu sefer de İsviçre’nin en önemli bankalarından biri olan Credit Suisse’den batış sinyalleri gelmeye başladı. Ancak İsviçre devleti hızlı davrandı ve İsviçre Cumhurbaşkanı Alain Berset’nin "Credit Suisse'in kontrolsüz bir şekilde çökmesi, ülke ve uluslararası finans sistemi için hesaplanamaz sonuçlara yol açabilir” açıklamasıyla birlikte bankayı İsviçre’nin en büyük bankası olan UBS’nin satın alması sağlandı.  

Satın alma işleminin hemen öncesinde, İsviçre Merkez Bankası Credit Suisse’e 54 milyar dolar borç verme kararı almıştı ama bu da batışı engelleyemedi. Bankanın UBS’ye satışı da esas olarak bir devlet operasyonuydu ve güya yatırımcıları paniğe sürüklememek için başından itibaren gizli tutulmuştu. Bankaya dair İsviçre Merkez Bankası başkanı tarafından yapılan açıklamada böylesi bir iflasın “İsviçre’nin uluslararası itibarı üzerinde ciddi bir etkisinin olacağı” söyleniyordu. İsviçre Maliye Bakanı Karin Keller-Suter ise hükümetin Credit Suisse’in durumunu “kendi başına” iyileştirememesinden üzüntü duyduğunu belirtiyor ve “küresel açıdan önemli bir bankanın iflası global finansal piyasalar için onulmaz sonuçlar doğurur” diyordu. Neticede Credit Suisse her türlü devlet garantisiyle ve yapılan düzenlemelerle birlikte bir satış işlemi aracılığıyla kurtarılmış oldu.

Batık bankaların ya da şirketlerin kurtarılması “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”ci serbest piyasa kapitalizmi için bir istisna değil normdur. Mesele devletin sosyal harcamaları, gelir dağılımında adaletin sağlanması, servet ve zenginliğin vergilendirilmesi olunca “aman devlet ekonomiye müdahale etmesin” çığlıkları havada uçuşur, piyasanın kendiliğinden işleyişine güzellemelerde bulunulur. İş şirketlerin, bankaların kurtarılmasına geldiğindeyse durum değişir, tüm bunlar unutulur. Devlet kapitalizmin bekası adına bütün gücüyle taşın altına elini sokar ve o müdahale edilmediğinde sağlıklı çalıştığı iddia edilen piyasa ekonomisini müdahale ederek bir kez daha ipten alır. 

İşte Credit Suisse vakasında da aynısı gerçekleşti ve devasa kârlar bir avuç azınlığın kasasına girerken, yani “özel” bir nitelik taşırken, zarar bir kez daha kamusallaştırıldı, toplumun sırtına yıkıldı. Kapitalistleri ve kapitalizmi kurtarmanın faturası yine vergi ödeyenlere, ücretlilere, çalışanlara çıkartıldı.

***

Koç’a ait Yapı Kredi Bankası çalışanı Efe Demir 17 Mart günü yöneticilerine bir e-mail gönderdi ve genç yaşında yaşamına son verdi. Mailde anlattıkları, Demir’in intihar nedeninin basitçe mobbing olmadığını, ortada varoluşsal diyebileceğimiz bir mesele bulunduğunu, bankanın izlediği politikaların genç bankacının vicdanında telafi edilemeyecek yaralar açtığını gösteriyordu.

Demir mailine hem annesinin hem babasının akademisyen olduğunu, ailesinin “kaymak tabaka” diye adlandırılan kategoride bulunduğunu, güzel bir çocukluk geçirdiğini, son derece başarılı bir öğrencilik hayatı yaşadığını söyleyerek başlıyor ve mektubu yazdığı iki yöneticisine maddi olarak onlardan çok daha iyi bir konuma sahip olduğunu hatırlatıyordu. 

Devamında bankada dört yıldır çalıştığını, kritik projelerde yer aldığını, görevini son derece başarılı bir şekilde yaptığını ve banka tarihinin en erken yöneticilik pozisyonuna getirildiğini belirten Demir, eğer mektubu burada sonlandırsaydı bunun bir “teşekkür ve memnuniyet maili” olacağını söylüyor ama devam ediyordu. Zaten esas mesele de burada başlıyordu.

Demir önce kurum içi çürümeyi, liyakatsizliği, kafa-kol ilişkilerini, kariyer adına çevrilen ayak oyunlarını, söylenen yalanları anlatıyor, bu anlattıklarının da bir istifa sebebi olduğuna işaret ediyordu. Ancak deprem her şeyi değiştirmiş, bankanın deprem esnasında izlediği politikalar Demir’i çok büyük bir hayal kırıklığına ve derin bir vicdan muhasebesine sürüklemişti. Depremden hemen sonra banka depremzede müşterilerinin kredi kartlarının limitini artırmıştı ama bunu elbette insani nedenlerle değil, harcamalarını artırmaları ve rakip banka olan Garanti’yle yarışabilmek için yapmıştı. 

Demir, bankanın depremzedelerin kredi ötelemelerini de zoraki bir şekilde ve ancak sosyal medyada gündem olduktan sonra yaptığını, başka bankaların daha “müşteri dostu” davranmaları karşısında buna mecbur kalındığını söylüyordu. Banka ayrıca depremzede müşterilerinin risk başvurularını da reddetmeye başlamıştı, çünkü ödeyemeyecekleri ve bunun bankanın NPL’sini, yani “tahsili gecikmiş alacaklar”ını artıracağı düşünülüyordu. Ancak bu sefer de pazar kaybı yaşamaya başlamışlardı ve bu nedenle risk bölgeleri ayrıştırılarak zengin müşterilerin bankadan daha kolay kredi alabilmelerinin önü açılmıştı. 

Mektubun devamı ise sermayenin, patronların, Koç’ların, piyasa diktatörlüğünün insana bakışını koyması açısından son derece önemliydi. Demir şöyle diyordu: 

Toplumsal sorumluluğunu üst seviyede olarak lanse ettiğimiz bankamız yukarıdaki aksiyonların hiçbirini depremde zarar görmüş tek bir yurttaş mutlu olsun diye almadı. Hepsi tamamen ticari ve stratejik hamlelerdi. Tabi IT organizasyonu olarak şu şekilde kendinizi rahatlattığınıza eminim, kararları biz vermiyoruz. Peki kararları etkilemek yönünde bir girişiminiz oldu mu? Peki vicdanınıza sığmayan bu kararların alındığı dönemde bir yerde hiç odağınızı kaybetmeden çalışmayı nasıl başardınız?

Demir bu satırlardan sonra bankanın çalışanlarını robotlaştırdığını, onlara insan olarak değer vermediğini, görece iyi bir maaş verse de o maaşı insanca bir şekilde harcayacak zamanı ve psikolojiyi onlardan çaldığını söylüyor ve mailini “kral çıplak demenin suç addedildiği bir ülkede, ben en azından kurumum çıplak diyorum” diyerek bitiriyordu.

Demir, sermaye düzeninin insan türü açısından taşıdığı büyük tehlikeyi, onu nasıl çürüttüğünü, yozlaştırdığını, insanlıktan çıkardığını ve insana düşman olduğunu bizzat o düzenin kalbinde yer aldığı halde görmüş ve ifşa etmişti. Bundan sonrası bu düzeni değiştirmek için mücadele etmek, insanın insanı sömürmediği bir düzenin nasıl kurulabileceği üzerine kafa yormak olabilirdi ama olmadı, Demir intihar etti. Böylece sermaye düzeninin çarkları gencecik ve vicdanlı bir insanı daha öğüttü, onu hayattan kopardı. 

***

Geçtiğimiz günlerde 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’ne atıfla İzmir’de “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi” adlı bir kongre toplandı. İzmir Belediyesi tarafından düzenlenen bu kongreye –Akşener hariç- Altılı Masa’nın liderleri de katıldı, konuşmalar yapıldı. 

Kongre’nin ruhuna bakıldığında gördüğümüz şey, tıpkı CHP’nin ekonomi vizyon programındaki gibi piyasacılıktı. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasındaki cılız vurgu sayılmazsa ve birkaç konuşmacı dışarıda bırakılırsa, sosyal devlet, gelir dağılımda adalet, kalkınmacı bir perspektif, planlı ekonomi, devlet müdahalesinin gerekliliği vb. asgari sosyal demokratik talepler dahi kendine yer bulamamıştı. Üstelik Korkut Boratav, Oğuz Oyan, Aziz Konukman, Hayri Kozanoğlu gibi meseleye emek perspektifinden bakan isimler kongreye davet edilmemiş ama her ne hikmetse Francis Fukuyama gibi liberalizm şampiyonu bir isme konuşturma yaptırılmıştı.  

Velhasıl, şirketlerin, bankaların kurtarılmasına gelince “piyasanın dokunulmazlığı” ilkesini unutan ama sosyal devlet söz konusu olduğunda bağırıp çağırmaya başlayan neoliberalizmin ruhu, Efe Demir’in “kral çıplak” diyerek ifşa ettiği insanlık düşmanı kapitalizmin mantığı, Türkiye’yi bugünlere getiren akıl orada da iş başındaydı ve AKP-sonrası Türkiye’ye dair son derece önemli ipuçları veriyordu. 

Evet, biz oylarımızdan birini bu iktidar gitsin diye kullanacağız, bu halkın buna dair iradesiyle ortaklaşacağız ama bu iktidar gittikten sonra gelecek olanlardan, kongre salonlarında sermayeyi kurtarma planları yapanlardan hiçbir şey beklemeyeceğiz, topluma unutturulan esas kavgayı, yani “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” kavgasını, emek-sermaye çelişkisini tekrar hatırlatacağız. Toplumun çıkarları doğrultusunda toplum tarafından örgütlenmiş bir ekonomiyi, adil bölüşümü, kamuculuğu, halkçılığı siyasal mücadelenin kalbine taşıyacağız. Bankaların bizim paralarımızla kurtarılmadığı, kaderimizi piyasa tanrılarının belirlemediği, Efe Demir’lerin intihar etmediği bir dünyanın mümkün olduğunu hep birlikte göstereceğiz.