Neden susacakmışız? Biz bu konuları çok eskiden beri tartışıyoruz ve ciddi bir birikime sahibiz. 

Kürt sorununu yeni tartışmıyoruz…

Sorun eski. Sorunun tartışılmasının baskılandığı da doğru. Ama bu baskı görmezden gelmeye değil, olsa olsa tartışmanın görünmez kılınmasına neden olmuş olabilir. Neyse, “biz” Kürt sorununu onlarca yıldır tartışıyoruz.

Biz derken; toplumsal bir sorunu aklı başında ve açık açık tartışmayı aşiret reisleriyle, tarikatlarla, ağalarla düşüp kalkan sağdan bekleyecek değiliz herhalde. Biz tartıştık. Sol, komünistler, devrimciler… Solun Kürt sorunuyla ilgilenmediği, her şeyi sosyalizm sonrasına ertelediği, Kürtlere yabancı olduğu yolundaki uyduruk iddialar palavradır. Bizim bu konuda bir tarih tezimiz var. 

Buna girmeye bugün sıra gelmez. Çünkü önce düzen cephesini hatırlatmak gerekiyor.

“Kürt açılımcılığında” Turgut Özal’a ayrıcalıklı bir yer ayrıldığını biliyoruz. Oysa işin özü, Özal’a atfedilen “bir koyup üç alma” lafıdır. Bu bir strateji değil, at pazarlıkçılığıdır. Birinci Körfez Savaşı fırsatçılığı!

1990 yazında, ABD, İran’a karşı destek verdiği Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesine el altından yol verir. “El altından”; zaten Washington 1980’de patlayan ve ölü-yaralı sayısının bir milyonun üstüne çıktığı İran-Irak savaşında da “resmen” tarafsızdı. 1991 başında emperyalizm suça teşvik ettiği Irak’ı cezalandırdığında, bölgede Sovyet ağırlığının çerçevelediği uzun süreli statükonun sonunu da ilan ediyordu. Dünyanın bütün anti-komünistleri yağmadan pay almak için gayrete geldi. Türkiye egemenlerinin payına, yaratıcılığı ve hatta devrimciliği övüle övüle bitirilemeyen Özal sayesinde aniden demokrat olmak düştü. Demirel’in yani 1950’lerden gelen, büyük sermayenin ana akım temsilcisi Türk sağının “Kürt realitesini tanıyoruz” demesi artık bir zorunluluk olmuştu. Demirel’in prensesi Tansu Çiller kimsenin ne olduğunu bilmediği bir “Bask modeli” uydurdu. Özal’ın prensi Mesut Yılmaz “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” diye kervana katıldı. Ama turnayı gözünden vuran, Kürt siyasetçilerini seçim ittifakıyla meclise taşıyan Erdal İnönü’nün SHP’si oldu. 

Bugün bütün bu hara güreden Kürt sorununun nasıl çözüleceğine ilişkin elde ne kaldı derseniz, yanıtım koskoca bir sıfırdır. 1990’lar PKK’nin “son isyanı” başlattığı 80’leri de, “aman dönmeyelim” denen 12 Eylül öncesini de aratan şiddette bir savaş ortamına döndü. 

Pardon, eksik söyledim; elde kalan sıfırın altındadır! Kürt milliyetçiliğinin, sağlı ve sollu liberallerin inşa ettikleri efsane daha önceki ilerici birikimin üstüne kürek kürek toprak atmış oldu. İddiaya göre Türkiye sermaye sınıfı çözümden yanaydı, demokrattı. Türkiye’de milliyetçi bir derin devlet ve onun karşısında demokrasi güçleri vardı. Bunlara devletin içinde de rastlanıyordu. Avrupa Birliği bu cepheyi güçlendirecekti. ABD Kürtleri devletsizliğe ve ezilmeye mahkûm eden eski dünya düzenini değiştirmek istiyordu. Ah şu lanet olası milliyetçiler olmasaydı. Akan kanın durması, “anaların ağlamaması” için en geniş cephe lazımdı. Hal böyleyken sınıf mücadelesi, sömürü düzeni, emperyalizm gibi kavramlara takılıp kalan bir grup solcu, eskimiş kafalarıyla seslerini kesmeliydiler… 

“Çözüme karşı” olanlar ise manzarayı Türkiye’yi “emperyalistlerle bir olup bölmeye kalkanlar” ile “vatanı sahiplenenler” kutuplaşması üstünden resmettiler. Vatan deyince orada başka anadilleri, farklı kültürleri olanlara düşen, boynunu eğmekti. Solcular, zaten toptan haindi. Aslında bu kesim de “yeni dünyada” fırsat peşine düşmüştü. Emperyalistler bölücülüğü destekliyordu, ama buna kızanların aklına “ne işimiz var NATO’da” demek hiç gelmedi! 

Bu tablo sıfırın altıdır. 

Hepsi bu kadar değildi elbette. Solda birileri de sınıf mücadelesinde ve ulusal sorunun sınıfsal çözümünde ısrar etmiştir. Sonuç “tarihe not düşmenin” ötesine geçemese de, birikimimizi kurda kuşa, şovene liboşa yem etmedik!
Fırsatçılık yarışından sadece kan, riyakârlık, halkların birbirlerine mesafelenmesi, derin yozlaşmalar, emperyalistlerle ve sermayeyle karmaşık bağlantılar çıkmıştır. Sürecin son noktası ise Abdullah Öcalan’ın 1999’da dönemin Ecevit-Bahçeli iktidarını çok aşan bir operasyonla yakalanıp İmralı’ya kapatılmasıyla kondu. Devrede İsrail’in, o varsa tartışmaya gerek yok, ABD’nin de olduğu açıktır. Sadece politik olarak değil operasyonel olarak bir ortak yapım söz konusuydu.

Bahçeli’nin o ara idam cezasının kaldırılmasına fazla ses etmemesinde, bugünkü açılımcılığının izlerini bulanlar olabilir. Oysa 2000’lerin sahne tasarımı, Kürt siyasi hareketinin Amerikan stratejisine, bir de rehin lider üstünden bağlanmasıyla başlamıştır. Sonra Irak’ın işgali gelmiş, bölgenin irili ufaklı Kürt siyasetleri, kendini anti-emperyalist sayanlar dâhil, “emperyalizm bize çalışıyor” noktasına çekilmiştir. Barzanistan yollarını aydınlatmaktadır. Başat Kürt siyasi dinamikleri kendi içlerinde ve diğer bölge güçleriyle işbirlikçilik rekabetine girerler. 

Solda sınıf bayrağını sallamaya devam edenlere ise “barışa mı karşısın!” deme edepsizliğinin dışında bir de “ne yapalım yani, denmeye başlanacaktır, bize destek verecek sosyalist devlet mi var, solda dayanacağımız bir güç mü var da, Amerikalıları tercih ettik!” denmeye başlanır. 

Erdoğan’ın imza attığı ikinci açılım, bu sefer sadece “80 öncesine” değil bir de “aman 90’lara dönmeyelim” diye ittirilecektir. Nereye ittirildiği ise yine muammadır. Türk dincileriyle Kürt laiklerinin “Türkleri ve Kürtleri birleştiren İslam’dır” tezinde buluşmalarına tanık olduk. Sahnede koşturanlar milliyetçiliğin eskide kalmış bir ideoloji olduğunda mutabıktı. AB yolunda sınırlar zaten önemsizleşecekti. Küreselleşme vaatlerinden heyecanlanan Kürt patronlar araya bölgesel asgari ücreti sıkıştırmaya kalktılar. Hep birlikte Cumhuriyet fikrini uçurumdan aşağı ittirdiler. Ne güzeldi Osmanlı zamanları! 

Oysa Türkiye’de yurttaşlık algısının geri dönülmez biçimde yerleşmesiydi Cumhuriyet. Aslında modern Kürt olgusu da varlığını bu dönüşüme borçludur. Osmanlı’da varsayılan barış ise tipik yerel feodallerin, aşiretlerin özerkliğinden ibaretti. Ama ne gam; Batı düşünce kuruluşlarının ve akademisinin, 21.yüzyılın yükselen yıldızı olarak Kürtleri “onurlandırmadığı” tek gün geçmiyordu. Tarihte tertemiz kalmış bir milliyetçilik varmış gibi, herhangi bir yeni devletin Ortadoğu’da sadece kanın içinden çıkabileceği bilinmiyormuş gibi, onur payesi egemenlere dağıtılırken milyonlarca yoksul emekçi yokmuş gibi…

Kürt sorununun nasıl bir çözüme götürüleceğini, birileri MI6’in davetlisi olarak ağırlandıkları İngiltere’de “İrlanda sorunu workshoplarında” tartışmış olabilirler. ABD’de think tank’lerle Dışişleri arasında mekik dokuyanlar da vardır. Ortadoğu’da İsrail’in yoktan var edilmesi Büyük Kürdistan için yararlanılacak bir deneyim midir? Suriye topraklarından geçip Akdeniz’e açılan bir yeni devlet fikri gökten düşmüş olamazdı. Ortaya çıkan işaretler Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” teorisiyle uyumlu görünüyordu. Bütün bunların bir yerlerde konuşulmuş olduğu kesindir.

Ama biz bilmiyoruz! İkinci açılımdan bize, halka, kamuoyuna kalan “bildiğiniz gibi değil” fısıltısıdır. Elde kalan budur. Bir de kan gölü! 

Sadece 2015’te AKP’nin “açılım dedikse o kadar değil” yapmasından sonra değil. Sürecin bütününde en şaşaalı açılım yolları kanla sulanmıştır. Bir süre önce Bahçeli üçüncü açılım der demez Tusaş’ın patlamasına kimse şaşırmasın. Şaşırmak yerine dönüp on, on beş yıl öncesine bakılmalıdır.

Eksik bırakmayalım; 2009-2015’te çözüm diye diye inşaat sektörünün en güvencesiz, geçici istihdam alanları Kürt yoksullarıyla doldu. Uzun süre can pazarı olan Tuzla tersanelerine gömülenlerin çoğu Kürt işçisiydi. Diyarbakır’ın ve diğer Kürt kentlerinin çevresi sitelerle kuşatıldıkça oralı müteahhitler zenginleşmiş, oralı işçiler çocuklarını besleyemez hale gelmiştir. Elimizde bir de bu vardır. Günümüz dünyasında sınıfsal olmayan tek bir sorun yoktur. Elimizde bu gerçeğin çok kanıtı vardır.

Bugün açılan perdede aynı filmler gösterilemez, gösterilememelidir. Çözüm alanı olarak Türkiye’yi esas alan, emperyalistlere duvar çeken, laikliğin eşitliğin başlangıç noktası olduğunu kabul eden, hangi anadili konuşursa konuşsun, hangi bölgede doğmuş olursa olsun sınıflı bir toplumda yaşadığımız gerçeğine dayanan, mülksüzlerle mülk sahipleri için ortak bir çözümün koskoca bir yalandan ibaret olduğunu bilenler susmayacak. Neden susacakmışız? Biz bu konuları çok eskiden beri tartışıyoruz ve ciddi bir birikime sahibiz.