Yakıcı hüzün demekmiş, kürdilihicazkâr makamı. Müzik bilgim beni utandırır hep, nasıl bir makam diye bakınca, Tamburî Cemil Bey’in Kürdilihicazkâr Peşrevi’ne rastladım. Kendimi koşullandırdığımdan mıdır bilinmez, yakıcı hüzün damla damla yayıldı peşrevden içime, iyice koyulaştı.

Kürdilihicazkâr

Bu gidişle Eylül de biter. Uzun, tatsız, artık hayli sarkmış, sabrımızın sınırlarını zorlayan salgın günlerinin zannederim yeni baştan başındayız. Aynı şeyleri söylemek, aynı bildik saçmalıkları yaşamak, “heyecanlı” müjdeler karşısında biteviye yorulmak bir tür vazgeçmek midir? 

Yakıcı hüzün demekmiş, kürdilihicazkâr makamı. Müzik bilgim beni utandırır hep, nasıl bir makam diye bakınca, Tamburî Cemil Bey’in Kürdilihicazkâr Peşrevi’ne rastladım. Kendimi koşullandırdığımdan mıdır bilinmez, yakıcı hüzün damla damla yayıldı peşrevden içime, iyice koyulaştı. Eski zaman insanları genelde genç ölüyorlar, 1873 doğumlu Tamburî Cemil Bey henüz 43 yaşında veremden ölmüş, tedavi önerilerini reddederek. Pek münzevi gibi algıladığım bu besteci tek başına halka açık konser veren ilk Türk musiki sanatkârı imiş, “gugıllayınca” öğrendiğime göre. Ancak, hızlıca yapılan web araştırmasına çarpıyor Tamburî Cemil Bey’in müziği. Durduruyor o anda, içinde tutuyor, bırakmıyor, öyle hızlıca çıkamıyorum, başka bir zamanda, başka türlü bir isyanda bir süre kalakalıyorum. 

2020 Ağustos’uymuş, hava ağırmış, salgın zamanında eğitimdeki eşitsizlikler iyice derinleşmişmiş, 1 milyon çocuğun internete ulaşımı, 1.5 milyon çocuğun bilgisayarı yokmuş, yardım kuruluşları bilgisayar mı yoksa yiyecek yardımı mı yapalım derken, ibre her zaman, hep yiyecekten yana oluyormuş, açlıkmış mesela müjdeli nidalara çarpan tokat… Açlığın bekleyesi yokmuş, hele hele çocukların açlığı, yoksunluğu çekilesi çile değilmiş… Yediğimizin içtiğimizin tadı tuzu kalmamış bu yüzden, ne sandınız. Nefessiz bırakıyormuş mesela böyle gitmez öfkesi, öfkeden gelen sıkışma, boğulma epeydir günlerimize damgasını vurmuşmuş.  

Tamburî Cemil Bey çalıyor işte, eski zamandan kırık bir saz gibi. Küskün huylu, içli, bu dünyanın kötülüğüne ayak uyduramamış bir beskekâr bu. Hüzünlü bir çocuk.  Çünkü, kesin çizgilerle ayrılmıyor hayatta hiçbir şey aslında. Zaman-mekân bile içiçe geçiyor, bir yolculuğa çıkarıyor;  her şey nasıl da  birbiriyle ilişkili, Çünkü aslında hiçbir konu ötekinden kesin çizgilerle ayrılmaz, her şey birbiriyle ilintilidir. “Dünya ekseninden çıktı. Soğuk ve acımasızların kaybettiği görülmemiştir.” dese de Oğuz Atay Eylembilim’de, dünyanın ekseninden çıkmasına katılsam bile  kötülerin kaybetmediğine katılmam; uzun vadede kaybederler; kaybetmeliler.

Oktay Rifat’ın babası, Samih Rifat, 27 Teşrinievvel 1917’de Edebiyat-ı Umumiye Mecmusası’nda Tamburi Cemil Bey’in genç ölümü üzerine bir mersiye (ağıt) yazmış, Murat Bjeduğ’un T24’deki yazısından öğrendim. Şöyle:

Beşerin çirkin ihtirasatı
Sana vermişdi bir derin nefret.
Tab’ının en muannid ifradı
O teneffürde münceliydi. Evet…
 
San’ atin devr-i iftirakında
Kalamazdın hayata minnetdar.
Onu tavrınla etdin istihkâr…
Şimdi âsûdesin mezarında...

Yakıcı Hüzün…  “Hafif acılar konuşulabilir ama derin acılar dilsizdir.” demiş Senecca. Ama konuşmak, haykırmak, eylemek zorundayız. Başka türlü bir yol yok. Tatlı bir sürpriz olarak gördüm, Nâzım Hikmet de yazmış 1920’de Tamburî Cemil Bey’i “Cemil Ölürken” adlı şiirinde. Akşam gazetesinde yayımlanmış, 21 Teşrinisani 1920’de… Yani yüz yıl önce… 

Ela gözleri dalgın, geniş alnı sararmış
Bir san’atkâr hastadır, Cemil hasta yatıyor.
Odayı bir matemin görünmez rengi sarmış
Başında duranların kalbi yorgun atıyor.
 
İnce parmaklarını ıslatdı gözyaşları,
Odanın sükununda hıçkırıklar inledi,
Hastanın yavaş yavaş çatılarak kaşları,
Sanki derinden gelen sadayı dinledi.
 
Mukaddes elemini andı bir kere daha;
Uzak serviliklere çevirerek yüzünü.
Ah ! Ey gafil faniler, iman edin Allah’ a !
Bir ilahi ruhun da geldi işte son günü.
 
Çok kudretli oluyor bir dehanın gurubu.
Ecel, onun yanına sen de el bağlayıp gir !...
Nefesinle titreyen fanilerden değil bu,
Ölmeyen bir san’atkar ölüm döşeğindedir.
 
Gökler geri alıyor yeryüzünden sesini.
Şimdi geniş alnında ebedin gölgesi var!
Başında ağlayanlar, sonuncu bestesini,
Ağır ağır kapanan gözlerinden duydular.

İşte başka türlü insanlar, başka türlü yaşamlar, gündeliğin sıkıcı, tavsayan, durağanlaşan, sığlaşan sığlaştıkça çürüyen, bunaltan, nefessiz bırakan rutinine başka türlü itirazlar geliştirmişler demek. Bir müzik parçasının içine gömülmek, bir şiirin peşinden gitmek, kırık dökük bir yaşantının verimini keşfetmek bir kapı açıyor, bir ışık hüzmesi sızdırıyor koyu kürdilihicazkâr makamına. 

Oğuz Atay’ın meydan okuması da hoşuma gidiyor. Diri itirazında, sarsak hüznünde kaybolmak da açıyor içimdeki bazı kapalı kapıları. Şöyle diyor “Tutunamayanlar”’da, “Küçük burjuva Pazar ayini esas itibariyle üç kısma ayrılır. (…) Pazar gazetesi, -günlük olaylar,makaleler, ve bilmece olmak üzere üç bölümdür- “Büyük kahvaltı” ve “Akşamüstü kime gidelim sıkıntısı”. Bu sınıf yasası her Pazar büyük bir özenle yerine getirilir.”

Oysa, sakınımlı hayatlar bunaltıyor. Uyummuş gibi sergilenen sahte uyumlar, gösterişle şaşaanın bulamaçları utangaç duyarlılıklar,  sığ duygulanımların karıştığı şaşmalar ve bitmeyen bir yakınma, söylenme, söylenme, söylenme. Ah yine demiş işte Nâzım, “En zor şey, en yiğit ve en cesaret isteyen şey: samimiliktir.” İşte, küçük burjuva hayatlarda eksik olan samimilik bana göre. 

Sevgili Judith Liberman da hayat hakkında farklı sözcüklerle benzer bir yaşamak ağrısını anlatmış aslında. Paylaşmadan edemeyeceğim:

“Hayat masal gibi, dipleri ve zirveleri seviyor. Kendimizi koruma altına alıyoruz, başımıza hiçbir şey gelmesin istiyoruz. Ama sonra? Eh başımıza hiçbir şey gelmemiş oluyor. Konfor alanımızdan çıkmayarak hayret alanımıza hiç girmiyor olabilir miyiz?  Sırf iyileşmenin güzelliğine kavuşmak için bir otobüsün önüne atlamaktan bahsetmiyorum tabi. Yürekle, yürekli yaşamaktan bahsediyorum. Yaşamak sırf alıştığımız bir düzeni sürdürmek değil, şaşırmak, denemek, düşmek, kalkmak, zıplamak, kırılmak, tamir olmak, anlatmak ve baştan başlamaktır...” 

Yürekle, yürekli yaşamak deyince hep Nâzım’a çıkıyorum, hep Nâzım’a varıyorum. 

Nâzım’la tamamlansın yazı madem, uzun pek uzun oldu ama. 

Ceviz Ağacı ile Topal Yunus’un Hikâyesi

Burda bir dostumuz var:
Çerkes’in 
    Kavak köyünden.
Büyük kitaplar gibi 
   İçinde bir şeyler saklı.
Akıllı adamlara
                  Ajans haberlerine
                               ve bilmeceye meraklı.
Adı: Yunus
Ateşimizi yakıp
                suyumuzu veriyor.
Ağaçlardan 
       ve günlerden konuşuyoruz.
Herhal ilerdedir
        Yaşanacak günlerin
             en güzelleri.
Şimdilik
      sohbetimizde kederi:
                kesilip
                    satılmış 
               bir ceviz ağacının…

Yazının başlangıcındaki “yakıcı hüzün” melankoliye dönmeden sağalıyorum. Anlatıyor Nâzım, anlattıkça, yazdıkça iyileşti o da, muhtemelen. Tam, umudu kesip, küçük burjuva sohbetinin, “akrep gibisin kardeşim” peşrevine girmeden silkinip aydınlanıyorum, yaşam sevinci doluyor içime. Biliyorum,  Topal Yunusların ceviz ağaçlarına sevgisi bitmeden memleketten umut kesilmez. Topal Yunus’a sarılıyorum, onda köklenmek istiyorum, iyilik onda. Birlikte yürünecek samimiyet Topal Yunus’ta. “Büyük kitaplar gibi içinde bir şeyler saklı Topal Yunus”un çünkü… 

Sıkıcı cumartesi hüznünü, öldüren Pazar gevelemelerini ardımda bırakıp Tamburî Cemil Bey’le, Oğuz  Atay’la, Nâzım’la, Judith’le Topal Yunus’un peşine takılıyorum. Vira!