"Siyasi oluşumların ayakta kalabilmesi için artığa el koymaları gerekiyordu, dolaysıyla bu Haçlı devletleri Avrupa feodalizmini Akdeniz’in doğusunda tesis etmeye çalıştılar ancak olmadı."

Kudüs, Hood ve Carta - II

Feodalizm bugün bir kavram olarak çok tartışılıyor. Orta Çağ’ı nitelemek için ne kadar verimli olduğuna dair pek çok Marksist olmayan tarihçi bir tartışma cephesi açmış durumda. Ancak reddettikleri kavramın yerine bir şey koymaktan uzaklar, feodal değilse neydi? Sonuçta bahsedildiği gibi görünüşte sadakat, şövalyevari erdemler ve cesaret üzerine yükselen bir tarihe sahipti; özünde ise her türden sadakatsizlik, erdemsizlik ve hunharlık üzerine kuruluydu. Avrupa’daki işsiz güçsüz soylu takımını ve nüfus fazlasını görünüşte dinsel bir kendini verme, özünde ise doğunun zenginliklerini yağmalamak için seferber eden Haçlı Seferleri bu yargıyı defalarca kanıtlamaktadır. 

II. Henry oğullarının isyanlarını ve ihanetlerini defalarca bastırmak zorunda kaldı. Sadakatsiz bir eşe ve sadakati olmayan oğullara sahipti. Ona tek sadık gibi görünen John (geleceğin I. John’u) ise aslında ihanet edemeyecek kadar küçüktü. Sonunda bu süreçte genç kral Henry (en büyük oğul) erken yaşta öldü (Orta Çağ boyunca erkeklerin ortalama ömrü kırkı bulmuyordu). Richard artık kralın doğal halefi haline geldi. Ancak bu da yetmedi, yine isyan etti. Bu defa İngilizleri Fransa topraklarından def etmek isteyen Fransa Kralı Philip Augustus (askeri yeteneksizliğini örtmek için Roma’dan kalma bir isim olarak Augusutus’u almıştı) daha büyük bir destek verdi. II. Henry artık çok yaşlıydı (daha doğrusu o dönemin ölçülerine göre öyleydi; aslında hepi topu 56 yaşındaydı) ve hastaydı. Plantagenetlerin armasında aslan vardı, sonrasında İngiliz monarşisinin değişmez sembolü olacaktı. Ancak Aslan hangisiydi? Baba II. Henry mi, aslan yürekli olduğuna inanılan oğul Richard mı? Bu defa II. Henry’nin savaşacak gücü yoktu, hem isyancı oğulların (zaten iki kalmıştı, Geoffrey de, Genç Henry’nin hemen ardından vefat etti) hem de Fransa kralının isteklerini kabul etti ve bir köşede öldü. Küskün ve kırgın idi öldüğünde; kim takar? Feodalite buydu. İngiltere’ye değil Fransa’ya defnedildi. 

II. Henry İngiliz monarşi tarihindeki en ilginç krallardan biriydi. Dışarıda genişlemeci (Fransa’da topraklar, İskoçya, Galler, ve hatta İrlanda boyunduruk altına alınmıştı) içeride ise anti-aristokratik idi. Ne İngiltere’deki ne de Fransa’daki baronlara ve soylulara güvenirdi. Bu nedenle soylulardan oluşan bir yönetici bürokrasi yerine daha altlardan, halk sınıflarından gelen kişileri tercih etti. İleride burjuva devimlerinin feodal monarşilere karşı zaferini tescilleyen şeylerden biri olacaktı soylu kökenli olmayan bürokrasi. Henry içeride uyumu, dışarıda çatışmayı tercih etti. İngiliz ulusal kilisesinin kurulmasında Tudorlardan ve meşhur VIII. Henry’den daha çok katkısı vardı. Katolik evrenselliği yok ederek ulusal ve devlete bağımlı bir kilise yaratamaya azimli devrimci bir yanı vardı.   Bu süreçte Aziz Thomas Beckett’ı harcamaktan çekinmemişti (ki alt sınıflardan gelen Beckett’i da o parlatmıştı başlarda). 

İlginç ve teatraldi. Oğullarının ve Fransa kralının oluşturduğu ittifakı yenmek için Fransa topraklarına gitmeden önce Canterbury Katedrali’ne, Beckett’ın öldürüldüğü yere gitti. Bir kral değil, sıradan biri gibi giyindi. Tam filmlik bir sahneydi. Cinayet mahalline yalınayak geldi. Diz çöküp saatlerce dua etti (yürekten ve içten miydi bilinmez). Bu arada pek tabi ki böyle bir tiyatro için seyirci gerekiyordu, tüm halk, soylular, ve din adamları onu seyrediyordu. O yalınayak yürürken bir huşu içinde seyrettiler onu. Cinayet mahallinde dua ederken dışarı çıkmasını beklediler. Dışarı çıktığında üst tarafı çıplaktı. Yürümeye başladığında bir grup kraliyet görevlisi ardında düştü, ellerinde kırbaçlar vardı. O yürürken kırbaçlamaya başladılar. Gerçekten olağanüstü bir sahneydi, tarihte çıkarılmış en estetik kefaretlerden biriydi. Ona karşı bir suçlama ve garez var idiyse bile o an yok olmuş olmalıydı. Kral kırbaçlanıyordu. Çok çarpıcı bir sahne olduğuna şüphe yok.  

Orta Çağ’ın mitolojik özü ve söylenceleri mucizelere dayanıyordu; mucize ise imanı gevşemiş, gerçek dünyanın sefaletinden yılarak inancını kaybetmiş olanların imanını ve inancını tazeliyordu. Onca kırbaçlanmaya dayanarak Beckett cinayetinden ellerini yıkayan kral Fransa’da zafer kazandı, kefaret cesareti getirdi. Daha da ötesi Katolisizm kurtuluş için kilisenin aracılığını zorunlu kılıyordu. Kısacası kendi kafanıza göre, arada Papalık temsilcisi olmadan günahlardan arınmanız imkansızdı; belki de kilisenin ruhani iktidarın köklerinden biri de burada ayıyordu. Henry ileride Protestanlık inancına izin verecek bir adım atmıştı; işlediği büyük bir günah için kendi kendisini cezalandırmış, küçültmüş ve alçaltmıştı. Bir kralın bile kefaretin ağırlığından kaçınamayacağını göstermiş, ve bu anlamda gerçek toplumun gerçek sınıf ayrımlarının en azından ruhani dünyada ortadan kaldırılabileceğini de kanıtlamış olmuştu. 

Bir ara verelim. Katolisizm doğuştan günaha inanırdı; her bir adem oğlu Adem’in kadim günahını taşıyarak doğardı. Kısacası insan varoluşundan günahkardı. Doğuştan gelenle birlikte üstüne eklenen günahların ağırlığı ve kefareti ise ancak kilise aracılığıyla ödenebilirdi. Böylece kilisenin ruhani hegemonyası sağlanmış oluyordu. Ancak feodalizm bir toplumsal üretim sistemi olmanın ötesinde bir çürüme çağıydı. Yeniden vurgulayalım, hiçbir şeye sadakatin olmadığı ve bu sadakatsizliğin ikiyüzlü bir sadakat söyleminin ardına gizlendiği bir çağdı. Kilisenin de tanrısal iyiliğe, saflığa karşı bile sadakati yoktu. Feodalitede en büyük toprak sahiplerinden biri kiliseydi. Piskoposlar, kardinaller ve hatta papalar gücü, hem de seküler gücü toprak ve servet sahibi olarak biriktiriyorlardı. Servet ve mülkiyet her toplumu olduğu gibi feodal toplumu da yozlaştırıyordu. Üstelik her sınıflı toplumda olduğu gibi feodal toplumda da güç ve servet getirecek postlara yine güç ve servet sahibi olanlar ulaşıyor, bu postlar için kavga ediyorlardı. Böylece papalık, piskoposluk, kardinallik siyasal güç ya da parayla alınıp satılan şeylere dönüştüler. Olay iyice rezalete bağlandı; krallar ve egemenler garanti olsun diye aile efradını piskopos ve hatta papa yapmaya başladılar. Dahası bu servet, toprak ve güç biriktirme güdüsü aklı zaten bir kenara itmiş dinsel düşüncenin bile kabullenemeyeceği görüntüleri yarattı. Örneğin endüljanslar kilisenin günahın kefaretinin azaltılması için verdikleri senetlerdi, feodal dönemde güce, toprağa ve servete aç kilise bunları satmaya başladı. Protestan tepkinin bir kaynağı da bunların satılmasıydı. Martin Luther’in (ki çok gerici bir din adamıydı aslında) kilise kapısına astığı 95 maddelik protestoda papalığı eleştirdiği noktalardan biri de endüljansların satılmasıydı. 

Protestanlık doğuştan günaha ve kilise aracılığıyla ödenen kefarete karşı günahtan arınmayı bireyselleştirdi; aracıyı aradan çıkartarak günahtan arınma sürecini birey ile tanrı arasındaki bir iletişime çevirdi. Dahası bu dünyadaki iyiliklerin, ruhani adanmışlığın, dine ve ahlaka uygun eylemlerin aracıya gerek duymadan günahları dengeleyeceği ve kefareti ödeyeceğini iddia etti. Böylece fani hayat günah-sevap bilançosuna dönüştü (kapitalist firmaların gelir-gider dengesi gibiydi). İşte bu bilanço-muhasebe mantığı (ve Protestanlığın çalışmayı, çalışmadan gelen kazancı ve gösterişten uzak bir püritenliği yüceltmesi) bazı düşünürlerin (örneğin Weber’in) Protestanlığın kapitalizmi doğuran temel unsur olduğunu iddia etmelerine yol açtı (ki külliyen yanlış bir düşüncedir). 

Arayı keselim. II. Henry öldüğünde Richard, I. Richard olarak kraldı artık. Kral öldü, çok yaşa Kral! Fransa kralı Philip ile Richard Henry’yi alt ederken müttefiklerdi ancak Henry gitmişti artık. Fransa kralı için İngilizleri Fransa topraklarından atmak bir tür siyasi meşruiyet sorunuydu; nitekim Richard ölene kadar Philip Augustus en büyük rakibi olacaktı. 

Richard ve müttefikleri tam babasına karşı zafer kazanırken onun ve Avrupa’nın hayatını derinden etkileyen bir haber geldi Orta Doğu’dan; 1187’de Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü ele geçirdi. Böylece tüm Avrupa’nın dini bütün kralları papa VIII. Gregory tarafından haçı almaya ve sefere davet edildi. Ölmeden II. Henry ve en büyük düşmanı Philip Augustus kabul ettiler; dahası Kutsal Roma Germen imparatoru meşhur Frederick Barbarossa (kızıl sakallı Frederick) de kabul etti. Böylece önceki ilk Haçlı seferinin küçük soyluların ve ayak takımının seferi olmasına tezat bir şekilde III. Haçlı Seferi kralların seferi oldu. Avrupa’nın tüm kallavi kralları seferde yer aldılar. Henry ölünce haçı Richard devraldı; aslında onun ruhuna uygundu bu durum. Askerliği, savaşı ve kamp çadırlarını pek severdi, onu o dönemde yeşermekte olan şövalyelik kültürünün idolü haline getiren de buydu. Gerçi kısa hükümranlık döneminin büyük bir bölümünü savaş meydanlarında, kuşatmalarda geçirecekti; ama olsundu. Dahası Kudüs’ü kurtaran Hristiyan kral imgesi hayallerini süslüyordu. 

İlk haçlı seferi gerçekten küçük, servet açlığından gözü dönmüş soylular ile ayak takımının seferber olduğu bir seferdi, ama askeri hedeflerin tutturulması açısından en başarılı olanı oldu. Neden? Aslında tüm bu yağmacı güruh pek düzensiz ve pek başıbozuk idi; buna rağmen büyük ödülü aldılar, Kudüs’ü ele geçirdiler (1099). Günlerce kıyam yaptılar, Müslümanları, Yahudileri, ve hatta Ortodoks Hristiyanları katlettiler. Kenti en küçük hücresine kadar yağmaladılar. 

Peki neden ve nasıl başarılı oldular? Aslında bu tam olarak onların başarısı değildi açıkçası. Anadolu, Doğu Akdeniz, Suriye, Filistin ve Mısır bu dönemde toplumsal ve siyasal bir kaos yaşıyordu. Bizans’ı Selçuklular zayıflatmıştı; Selçuklular da bölünmüş ve aile içi kavgaya düşmüşlerdi. Selçukluların zayıflamasından dolayı Mezopotamya, Suriye, Lübnan ve Filistin birbirleriyle kıyasıya çarpışan beyliklere bölünmüştü. Mısır ise Şii Fatımi egemenliği altındaydı ve Sünni Orta Doğu’dan nerdeyse yalıtılmıştı. Bu siyasi parçalanmışlığa bir de toplumsal parçalanmışlık eklenmişti; tarımsal ve kırsa üretim tüm bu siyasi karmaşa içinde parçalanmış ve tarımsal artık bölgedeki siyasi yapıları ayakta tutamayacak kadar azalmıştı. Kısacası Haçlı sürüsü bölgeyi hastayken yakaladı. Bu parçalanmışlık içinde onlara karşı birleşik bir direniş ortaya çıkmadı ve bu sergerde güruhu bölgenin sonraki yüz yılına damga vuracak bir darbe indirdi. Ele geçirdikleri topraklarda kontluklar, krallıklar kurdular.

Ancak tüm bu siyasi oluşumların ayakta kalabilmesi için artığa el koymaları gerekiyordu, dolaysıyla bu Haçlı devletleri Avrupa feodalizmini Akdeniz’in doğusunda tesis etmeye çalıştılar ancak olmadı. Onlar geldiğinde bölgenin üretim yapısı zaten kaotik bir haldeydi. Dahası bölgedeki Müslüman ve Yahudi küçük üreticiler ile ilişkileri bir tür dinsel horgörü nedeniyle haliyle iyi değildi. Gerçi servet ve para ilişkileri din dinlemiyordu, zamanla bölgedeki Müslüman beyliklerin bazıları ile lordluk-vassallık ilişkisi kurdular ama üretim çökmüştü, tarım hayvancılık ve küçük üretim ile ilgilenen herkes haçlı akınlarının etkisiyle kaçmıştı. Bölge katliamlardan ve yağmadan dolayı insansızlaşmıştı. Haçlı devletlerinin içinde kuruldukları çerçeve tam anlamıyla bir çöle dönüşmüştü. Bu yoklukta Haçlı devletlerini ayakta tutan iki ekonomik kaynak vardı. Birincisi Avrupa’dan gelen yardımlar, ikincisi ise yağma. Bu devletler yağmacı unsurlara dönüştüler. Hoş kurulurken de aynı amaçla kurulmuşlardı ya. Dahası Avrupa feodalizminin toplumsal/ekonomik altyapısını değilse bile yönelimlerini ve alışkanlıklarını taşıdılar; Müslümanlarla savaştıkları kadar kendi aralarında da savaştılar. Bölgenin tarihi açısından hem ekonomik hem de kültürel gerilemenin timsali oldular. Ama yine de I. Haçlı Seferi’nden 1268’de Antakya’nın Kölemen Sultanı Baybars tarafından düşürülüşüne kadar bölgeyi talan etmeyi sürdürdüler. 

Ancak şansları dönmeye başlamıştı. Zengilerin emrindeki bir Kürt komutanın, Eyüp’ün oğlu olan Yusuf (ki biz onu sonra Selahaddin Eyyubi olarak bileceğiz) amcasıyla birlikte Mısır’daki Şii Fatımilerin emrine girdi (kendisi Sünni idi ama pragmatikti).  Son Fatımi halifesi öldüğünde hem kendisi hem de Abbasi halifeleri adına hutbe okuttu. Böylece Mısır Sünni İslam’ın yörüngesine tekrardan oturtulmuş oldu. Selahaddin böylece Bağdat’taki halifenin nezdinde ayrıcalıklı bir konuma geldi. Garip bir dönemdi, Sünni halife için hangisi daha büyük düşmandı? Haçlı devletleri mi? Şii Fatımi halifeliği mi? Selahaddin’e gösterilen teveccüh ikincisinin daha baskın olduğunu kanılıyor. Ancak bu rüzgarı iyi kullandı, egemenliğini Suriye’ye ve hatta Güney Doğu Anadolu’ya kadar yaydı. Bunu yaparken de oldukça cihatçı bir söylemle buraları birleştirmekteki amacının küffarın elindeki kutsal yerleri geri almak amacıyla gerekli gücü toplamak olduğu propagandasını maharetle yaptı. İyice güçlendikten sonra önce Hattin’de büyük bir Haçlı Ordusu’nu yendi sonra 1187’de Kudüs’e girdi. Selahaddin Avrupa’yı alarma geçirdi. 

Oxford’da doğan en gösterişli Plantagenet Aslan Yürekli Richard ile Tıkrit’te doğan Kürt Selahaddin Eyyubi’nin büyük buluşmasının vakti gelmişti. Gelecek yazıda anlatılacak, bu aslında öyle sanıldığı gibi bir vahşi bir çarpışma olmadı. Tam tersine savaş ile bezenmiş bir garip kültürler arası iletişime döndü. Arap ve Müslüman yazınındaki görece hoşgörülü Richard ile Hristiyan yazınındaki görece merhametli Selahaddin’i bir araya getiren yeni bir Orta Çağ söylencesi doğmak üzereydi. Üstelik bu ikilik kendisini Kutsal Topraklar’dan evine yanında, kendini ona borçlu hisseden bir Arap savaşçı ile dönen Robin hikayelerinde yeniden üretti.  

Devamı gelecek haftalara…