"Robin Hood öyküsü de gerçekten ekonomik, sosyal ve siyasal bir kriz içinde olan 12. yüzyıl sonu ve 13. yüzyıl başı İngiltere’sinde geçmektedir. (...) Süreç İngiltere’yi Magna Carta’ya götürecektir."
Tarihin mitolojik hale gelmesi, mitselleşmesi aslında egemenlerin yazdığı tarihe bir karşı çıkış işlevini de taşır. Tarih mite, mit tarihe dönüşür. Resmi olarak kurgulanan tarih kazananların, el koyanların, yağmalayanların, servet ve güç sahiplerinin tarihi olurken, mitolojik tarih ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların hikayesine dönüşür. Onların kralları, generalleri, komutanları, devlet adamları vardır, bize düşen ise haydutlar, isyancılar, köleler, sapkınlar, kaçaklardır. Biz kinimizi resmi tarihin anlatmadığı hikayelerde ve varlığı meçhul kahramanlarda ifade ederiz. Herhalde bu kahramanların en bilineni Robin Hood’dur.
Varlığı veya yokluğu kesin olarak kanıtlanamamış bir kahramandır. Bilindik hikayesine göre aslında III. Haçlı Seferi’nin (1189-1192) neferlerinden biri olmalıdır. Dolaysıyla İngiltere Kralı I. Richard (Aslan Yürekli Richard) ile sefere giden orduya katılan küçük bir Saxon soylusudur. Haçlı Seferi dönüşü Nottingham’daki topraklarına Nottingham Serifi tarafından el konulduğunu öğrenir ve isyancı olur. Çetesiyle birlikte hem yoksul köylülerin tarımsal ürününe el koyan kilisenin hem de Kral John (ki Aslan Yürekli Richard’ın “hain” kardeşidir) yanlısı Nottingham Şerifi ve bölgesel soyluların zenginliğini yağmalar. Bu yağmadan elde edilenler yoksullar arasında paylaştırılır. Aslında bize servis edilen tek bir hikaye gibi görünse de anlaşılan yüzyıllar boyunca, nesilden nesle aktarılan faklı hikayelerden, baladlardan derlenmiş geniş bir öyküdür. Tarihin ezilenler tarafından mitselleştirilmesine en güzel örneklerden biridir Robin Hood.
Aslında tarihsel metinlerde daha sonraki dönemler için birkaç Robert Hood (anlaşılan “Robin”, “Robert”ten türetilen bir isimdir, biraz daha sempatikleştirilmiş ve halkçılaştırılmış bir versiyonudur) geçmektedir ve gerçekten yüksek sömürüye ve feodal baskıya karşı isyan etmiş kişiliklerdir hepsi de. Bu tarihsel kimliklerin idealize edilmiş halidir galiba bizim hırsız Robin Hood. Aslında Robin Hood büyük Marksist Tarihçi Eric J. Hobbawm’ın Bandits (Haydutlar) kitabında anlatılan “sosyal haydut” tiplemesinin en ideal halidir. “Sosyal haydut”, sıradan hayduttan, yağmacıdan ve çeteciden faklıdır. Bu sonuncular zavallı köylüler ve serfleri de, ezilenleri de hedef alırken “sosyal haydut” sadece zenginleri, güç ve toprak sahiplerini hedef alırlar. Hobsbawm üç tür sosyal haydut tanımlar, asil soyundan gelen ancak haksızlığa isyan eden soylu haydutlar - ki Robin Hood kendisiyle ilgili sinematografik ve edebi uyarlamalarda böyle resmedilir – köylü isyancılar, ve intikam peşinde koşan intikamcı haydutlar. Hobsbawm özünde tarımsal ve pastoral bir öğe olan sosyal haydutların özellikle ekonomik ve sosyal çöküş dönemlerinde ortaya çıktıklarına işaret eder. Hepimizin bildiği Robin Hood öyküsü de gerçekten ekonomik, sosyal ve siyasal bir kriz içinde olan 12. yüzyıl sonu ve 13. yüzyıl başı İngiltere’sinde geçmektedir. Bu dönemde özgür köylüler, serfleşmiş köylüler, aristokratlar ve hatta monarşi bile bir krizin içinde debelenmektedir. Dönem bazen şiddetlenen bir iç savaşa açılmıştır, süreç İngiltere’yi Magna Carta’ya götürecektir.
Ancak gerçekten soylu bir sosyal haydut mudur Robin? Aslında Robin Hood ile ilgili edebi ve tarihsel kaynaklar onun soylu olmadığına, özgür köylü, yeni tür özgür çiftçi (yeoman) sınıfından geldiğine işaret etmektedir. Yeomanlar ileride İngiliz kırsal kapitalizmini yaratacak toplumsal stokun en asli unsurudur. Bu anlamda Robin Hood hem yoksullaşan köylünün hem de aristokratik baskıdan kurtulmak isteyen orta halli ve zengin köylülerin tepkisini yansıtmaktadır. Gerçekten görkemli bir öyküdür. İçinde zengin-yoksul, özgür köylü-aristokrasi, yerel iktidar-merkezi iktidar, Norman-Anglo Saxon türünden ikiliklerle ifade edilen bir düzine eş anlı çelişki vardır. Nottingham Şerifi hem özgür köylülerin karşısına dikilen toprak sahibi soyluluğu, hem de yerel küçük soyluların karşısına dikilen merkezi iktidarı temsil etmektedir. Diğer yandan Robin ve arkadaşları kilisenin tahıl stoklarını yağmalayıp bunu yoksul özgür köylülere dağıtırken kilise karşıtlığını da ifade etmekteydiler. Kilise feodal dönemde en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Böylece İngiliz özgür köylülerinin hem aristokrasiye ve merkezi monarşiye, hem de kiliseye karşı tepkilerinin bedenleşmiş hali olarak ortaya çıktı Robin Hood. Ama buraya kadar mit ve edebiyattı; şimdi tarihe dönelim.
Robin çoğunlukla Aslan Yürekli Richard’ın neferi olarak görünür bize hikayelerde. Aslan Yürekli Richard ise Orta Çağ ile ilgili hikayelerde, mitlerdeki “iyi kral”dır. Peki gerçekten iyi midir? İşte mit ile tarih burada ayrılırlar. I. Richard, nam-ı diğer Aslan Yürekli Richard, II. Henry ile Akitinyalı Eleanor’un pek çok çocuğundan sadece biridir, ama en büyükleri değildir. Bunu bilerek vurguluyoruz çünkü feodalitenin gelişkin örneklerinde en büyük çocuk değilseniz, mirasınıza pek bir şey düşmüyor. Daha erken dönemlerde krallığın, toprakların çocuklar arasında paylaştırılmasının vahim sonuçları olmuştu, bölünme feodal monarşileri güçsüz kılıyordu. Böylece gelişti pirmogenitür (en büyük çocuğun her şeyi alması). Richard en büyük çocuk değildi. Ancak primogenitür de feodal dönemde kardeşleri birbirine karşı kışkırtan, kardeşleri babaya karşı kışkırtan bir dinamiğe sahipti. Kral Lear boş bir masal değildi, tüm feodal orta çağ (tüm ahlak, erdem sadakat vurgusuna rağmen) sadakatsizliklerin, ihanetlerin ve komploların tarihiydi. Kuşkusuz Akitinyalı Eleanor bu işin pirlerinden biriydi.
Orta Çağ standartlarına göre oldukça serbest bir şekilde büyütülmüştü, tarihçilere inanırsak çağındaki en güzel kadınlardan biriydi. Akitinya Fransa’nın güney batısında devasa bir dükalıktı ve dükleri doğal olarak Fransa kralının vassalı idi. Ancak feodalitede bahsedildiği gibi vassallıklar ve sadakat çabuk atılan şeylerdi. Akitinya parçalanmış Fransa’nın bağrındaki en büyük yara idi. Bu yarayı hafifletmek için Fransa kralları Akitinyalı bir düşes ile evlenerek bağları güçlü kılmak isterlerdi. Bu türden evlilikler feodal dönemde normal vakalardı. Nitekim Akitinyalı Eleanor da VII. Louis ile evlendi. Ancak erkek çocukları olmadı. O dönemde siyasi gücün taşıyıcısının ve aktarıcısının erkek olması gerekirdi, erkek çocuğu olmayan kral hanedanın geleceğini riske atıyor demekti. Ama çözüm vardı. Kiliseden boşanma için gerekli izinler alınarak soylu yeni bir kadın bulunurdu. Eleanor bir kenara atıldı. Ancak o da çok boşta kalmadı.
Richard’ın babası, II. Henry, Fatih William’ın torunu Mathilda’nın oğlu idi. Mathilda babası I. Henry tarafından Anjou kontu Geoffrey Plantagenet ile evlendirilmişti. I. Henry vârissiz ölünce taht için çıkan iç savaşı sonunda II. Henry kazandı. Henry böylece İngiltere tahtına oturdu, babası ve annesi aracılığıyla da Fransa’da geniş topraklara sahipti. Eleanor II. Henry ile evlendi. Böylece İngiltere kralı, eşi aracılığıyla Fransa’daki en büyük dükalıklardan biri olan Akitinya’ya da hükmetmeye başladı. Fransa topraklarının büyük bir bölümü böylece İngiltere’nin egemenliği altına girdi. Bu Fransa için bir lanetti. Ortaya feodal hukuka uygun, ancak bugünkü standartlara göre garip görüngüler çıktı. İngiltere kralı, Fransa’da sahip olduğu topraklar aracılığıyla aslında Fransa kralının vassalı konumunda idi. Feodalite mi? Parçalanmış bir gariplikler bütünüdür.
VII. Louis’e erkek evlat veremeyen Eleanor, beşi erkek sekiz çocuk verdi II. Henry’ye. Richard dördüncü çocuk olarak doğdu. Doğduğunda ailesi, geniş bir imparatorluğa sahipti. Angevin-Plantagenet imparatorluğu İskoçya sınırından Pirennelere kadar uzanıyordu. II. Henry çok iyi bir asker, iyi bir komutan, iyi bir stratejisyen ve iyi bir yöneticiydi; ancak çok kötü bir eş ve ondan da daha kötü bir babaydı. Feodal dönemde son ikisi konusunda iyi birilerini bulmak zordu zaten. Henry’nin Fransa’daki toprakları Fransa kralının kalbine saplanmış bir bıçak olarak kalacaktı. Fransa kralı açısından sadece hükümranlık kaybı değildi söz konusu olan, aynı zamanda Fransa’daki İngiliz toprakları toplumsal ve siyasal huzursuzlukların da kaynağı olacaktı. Fransa kralının her merkezileşme adımı, her reformu İngiliz topraklarına sığınmış ve İngiliz kralının doğal müttefiki olan aristokrasi tarafından baltalanacaktı. Fransa bu yükten ancak Yüzyıl Savaşları’nın sonunda kurtulacaktı, ve işte o vakit tek ve bütün bir Fransa ortaya çıkacaktı. VII. Louis de muradına erdi ve bir erkek çocuğa sahip oldu; Philip Augustus, oğlu ve babasının en büyük ortak paydaları Plantagenetlere duydukları bitmeyen kin olacaktı.
II. Henry başarılı bir askerdi; hem İngiltere’de isyancı aristokrasiyi dize getirdi hem de Fransa ve bağlaşıklarının Fransa’daki İngiliz topraklarına saldırılarını savuşturdu. Bu arada İngiltere’deki kilise topraklarına ve kilise atamalarına müdahale de etti; ve bu süreçte en büyük dayanaklarından birini, Thomas Beckett’i karşısına adı. İkisi arasındaki çatışma filmlere, kitaplara konu oldu. Beckett kilisenin ihlal edilemez haklarını savunurken eski dostunun bütün hışmını üzerine çekti. Ruhani korumaya ve papalığın gözetimine mazhar olan Beckett yine de kralın intikamından kendini koruyamadı. İngiliz kralının bile gücü onu Canterbury başpiskoposluğundan alamamıştı; sonunda büyük bir ihtimalle Henry’nin itelemesiyle bir grup şövalye onu Canterbury Katedrali’nde öldürdüler. Kralın gücü şimdilik ruhani iktidarı yenmişti. Ama Henry, Beckett cinayetinin lanetinden bir türlü kurtulamayacaktı. Vatikan Beckett’i aziz ilan etti.
Feodalizm gerçekten ayrıcalıklara ve doğuştan gelen haklara dayanan bir sitemdi. Ancak bu ayrıcalıklar garip bir şekilde paylaşıldıkça azalan türden ayrıcalıklardı. Bu nedenle ayrıcalıktan yararlanmak için güç kullanmak gerekiyordu. Marc Bloch ünlü Feodal Toplum kitabında sayfalarca bir vassalın lorduyla kurduğu bağımlılık ilişkisinin törensel yanlarını anlattı. Aynı kaptan şarap içmek, verilen sözler, bu sözlerin ruhani iktidar tarafından tasdik edilmesi türünden törensel aşamalar bugünden bakınca komik görünüyordur. Ancak feodal toplumun tarihi okunduğunda toplumun sadakatsizlik ve ihanet içinde debelendiğini, bu türden törenlerin bunları dengeleme işlevi güttüklerini anlarsınız hemen. Artığa el koyan sınıf olarak aristokrasinin safları içinde kimsenin kimseye sadakati yoktu aslında. Buna rağmen yaratılan şövalye kültürü aslında bozuk bir toplumun idealizasyonu amacını taşıyordu.
Şövalyelik ise sanılanın aksine tüm feodal Orta Çağ’a damgasını vuran bir kurum ve statü değildi. Tam tersine başta savaşlarda sıradan askerler kullanılırdı. Ancak zamanla askeri işlevin getirdiği ayrıcalığa sadece aristokrasi sahip çıktı çünkü şövalyeliğin getirdiği ayrıcalıklar vardı. Böylece 12. yüzyılın sonu, 13. yüzyılın başı gibi şövalyelik feodal Orta Çağ kültürünün hakim öğesi haline geldi. Aslan Yürekli Richard bu yeşeren kültürün pop starı gibiydi. Kraldı ancak savaş meydanında askerleriyle birlikte savaşıyor, onlarla birlikte yiyor, ve onlarla birlikte içiyordu. Bu askeri yoldaşlık hikayesinden bir iyi şövalye-kral miti doğdu; sıradan askerlerle düşüp kalkan bir kral olarak Richard, Norman köklerine rağmen Saxon küçük ve özgür köylüler için tepeden, göklerden gelen bir adaletin yeryüzünde billurlaşmış hali oldu. Ama aslında Richard bir aziz değildi, tam tersine yönetme hırsıyla gözü dönmüş bir ergendi gençliğinde. II. Henry, İngiltere tarihindeki en şaşalı kral olabilirdi ama kesinlikle oğullarına, eşine bile güvenmeyen bir otokrattı. Gücü hiç paylaşmak istemedi çünkü paylaşıldıkça azaldığını biliyordu. Feodalitede oğul ile babanın, kardeş ile kardeşin kanlı bir iç savaşa sürüklenmelerine yol açıyordu bu durum. Nitekim II. Henry (kimilerine göre müteveffa Aziz Beckett’in lanetiydi bu) ömrü hayatında dışarıdan gelen tehditlerden çok oğullarının isyanlarıyla uğraşmak zorunda kaldı. En büyük oğlu William, erken yaşta öldü (ölüm herkes için pe sıradandı o dönmelerde); ikinci oğlu Genç Henry’yi eş kral olarak atadı. Ama göstermelikti, gücü kendi elinde tuttu ve öz oğlunu bir tür kuklaya dönüştürdü. Bir küçüğü, Richard Akitinya dükalığını aldı, ama onun da tepesine bir sürü krallık görevlisi atadı. Üçüncü oğlu, Geoffrey ise daha önemsiz bir pozisyona itildi. Son oğlu, henüz çok küçük John (ileride zorla masaya oturtularak Magna Carta’yı imzalamak zorunda bırakılacak, İngiltere Kralı I. John) ise İngiltere’de bir grup öğretmenin ve danışmanın eline terkedildi. Ona toprak kalmamıştı (bu nedenle o her zaman John the Lackland, Topraksız John olarak kalacaktı).
Ancak bu de facto durumu gözünü güç ve servet hırsı bürümüş oğulları kabullenmediler. Böylece ortaya Shakespeare’e ilham kaynağı olacak bir aile dramı çıktı. Genç Henry, Richard ve Geoffrey bazen tek başlarına, bazen de birlikte isyan ettiler babalarına karşı. En büyük destekçileri de Plantagenet imparatorluğunu zayıflatarak Fransa için manevra alanı yaratmak isteyen Fransa kralları olacaktı. Feodalizmde ulusal ve ailesel bağlar çok zayıftı, sadakat ise çabucak unutuluveren bir erdemdi (bu nedenle Bloch’un detaylarıyla anlattığı bağlılık törenlerinde en fazla sadakate vurgu yapılması bir ironiydi). Sadakatin en az olduğu toplumda, en övülen erdem olmasında şaşılacak bir yan yoktu. Bu aile içi isyanda oğulların en büyük destekçisi ise anneleriydi; Akitinyalı Eleanor. Oğlu Richard ile Akitinya’ya gelen Eleanor hırslı kocasının ona ait toprakları tanınmayacak hale getirdiğini fark edince oğullarının yanında saf tuttu. Dahası kendisini erkek çocuk doğuramadığı için boşayan ve kendisinden nefret eden Fransa Kralı VII. Louis’e oğullarına destek vermesi için başvurdu. Feodalizm tüm ahlaki ve şövalyevari söylencelere rağmen bu türden erdemlerin pek az olduğu bir dönemdi. Böylece ortaya Eleanor-sadaktsiz oğullar-Fransa ittifakı çıktı.
II. Henry kötü bir baba, kötü bir eş olabilirdi, ancak mükemmel bir askerdi. Bu şer ittifakını savaş alanında perişan etti. Eleanor’u kendi ölümüne kadar sürecek bir hapislik hayatına itti; oğullarının tüm ayrıcalıklarını ellerinden aldı (onları yok etmesi düşünülebilecek bir şey değildi çünkü feodalitede bir feodalin en büyük gücü mirasını devralacak varislerinden geliyordu); Fransa kralına ise onur kırıcı şartları dikte etti. Oğulları önünde diz çökerek af talep ettiler ve özür dilediler. Tam da Bloch’un tasvir ettiği bağlılık yeminleriyle örülmüş bir tören sonucunda affedildiler. Ancak sadakatsiz oğullar baltaları yok etmemişlerdi, onları gömmüşlerdi; şimdilik.
Bu hafta için bitirirken bu tarihsel aile dramını anlatan müthiş bir filmi analım. 1968 tarihli Lion in Winter tam da bu dönemi anlatmaktadır. Anthony Harvey’nin yönettiği filmde Peter O’Toole II. Henry’yi (ki bu rolüyle Oscar adaylığı kazanmıştır), her daim muhteşem Katharine Hepburn Akitinyalı Eleanor’u (bu rolüyle Oscar kazanmıştı), o vakitler pek genç Anthony Hopkins ise Richard’ı (geleceğin Aslan Yürekli Richard’ı) canlandırmıştı. Olağanüstü bir filmdir.
Devamı gelecek haftalara..