Allah’ı para olan bir barbarlık, vargücüyle çullansa da, bir iyi insan yener onu, bir korkusuz cümle, bir içten dost sıcağı, gülümsetebildiğimiz bir çocuk, yener de artar bile…

Küçük sevinçlerle isyan gücü

Işıl Özgentürk, “Küçük Sevinçler Bulmalıyım” dediğinde, aynı adlı oyununun “şiir-şarkı”sında, 1982’ye mi gelmiştik? 1983 müydü Deniz Türkali’nin sahnede seslendirişi? Yani askerî faşist cuntanın ağır karanlığının üzerine, gerici zihniyetin liberal ekonomizmle çalkalandığı “sivil” mühendisliğin alıklaştırıcı pudra şekeri serpilmemişti henüz. Boğucu atmosferde bir soluk deliği, çok şey göze alınarak yazılıyor, oynanıyor, izleniyor ve dillere takılıyordu. 

ne hayaller kurardım / ne hayaller kurardım / dolaşırdım bulutlarla birlikte / konuşurdum dünyanın gözleriyle / avuçlarımdaydı dünya! / avuçlarımdaydı dünya! / gördüm / kaçıverdi avuçlarımdan dünya / sevgilerim çorak çöllerde kayboldu / gözyaşları ve acınası bir yüz kaldı bana…

Ne kadar da anlaşılır bir şeyin anlatımıydı bu, o günlerde. Büyük düşlerle, sınırsız sevinçlerle bir başka âleme sevdalarla delice çırpınan yüreklerin, tank paletleriyle çiğnendiği günlerde, ne kadar da anlaşılırdı… Avuçlar, yüzler…

Bir Ken Parker macerasını okurken, kahramanımızın “saloon”da Frederick Hoallander’in “Illusions”unu dinlediği karelerde –çizgiroman bu canım, o kadarcık anakronizm olur– o an ne olduğunu çözemediğim bir rahatsızlık hissetmiştim. O şarkıda, hayaller piyasaya sunulmuştu… “Biraz hayal almak ister misin?” deniliyordu. İkinci eldi, ama az kullanılmıştı, yeni gibiydi. Kumdan inşa edilmişti, ama yüksekti. Hepsi bir kuruşa veriliyordu bu güzel hayallerin. Kahkahalar, gözyaşları, anılar, fotoğraflar, filmler için kullanılabilirdi, hediyelik eşyalar yapılabilirdi… 

biraz hayal almak ister miydiniz / ikinci el, az kullanılmış?

Bizim yeni bir dünya arayışımızla bu kişisel kırılmaların ilgisi yoksa da, ağır ağır darbeden sivile devredilen bir sendroma, “küçük sevinçler”e götürmüştü belki de beni bir başka bağlama sıçratarak…

şimdi küçük sevinçler bulmalıyım... / bir cümle... / bir insan... / bir dost sıcaklığı... / bir çocuk gülümsemesi gibi / küçük sevinçler bulmalıyım...

Ne kadar da anlaşılır bir şeyin anlatımıydı bu, o günlerde. Vazgeçişin, razı oluşun, güç yetirememe kabulünün ifadesi gibi gelişi, Ken Parker anakronizmi gibi bir güncel yorum küstahlığıdır. O, karanlığa direnişin parçası olacak her güzel şeye tutunma, onlardan güç devşirme arayışı, o günlerde ne kadar da anlaşılırdı… Çocuklar, şarkılar, insan sıcağı…

Elbet, kimilerinin orada kaldığı da bir vakıadır ve “Illusions” ile birleşip hüzün veren, rahatsız eden de budur belki. Paha biçilmez, cana bedel hayallerini bir kuruşluk piyasaya düşürenler, yetinmeyi öğrenenlerdir…

Ben oraya hiç gitmedim, buraya da bir şiirden geldim. Yakup gibi, kimse çağırmasa da.

Sevgili Nihat Behram’ın “sihriydi tutkuların. şiir bitti” diye başlayan şiirini biliyorsunuz değil mi? Hani, şiirin neden bittiğini, bir oksimoron örneği gibi, dört bir yanımızı kuşatmış bütün melaneti, insanın, erdemin, onurun silinişini dize dize işleyerek çizdiği panoramayla anlattığı, “şiir bitti” nakaratıyla yazılmış müthiş şiiri bililyorsunuz değil mi? İşte tam orada anlatılan günlerden geçip gidiyoruz. Kan revan içinde. Açlığın pençelerinde. Nereye baksanız, Karac’oğlan’ın üç derdi.

Gündökümü çıkarıyorsunuz bir ülkede. Şiire, gazele, şöyle spesifik bir felsefe teatisine, film okumalarına, masallara, hançere yırtmadan hüzne, sıla özlemine, sevdalara, destanlara dair yazamaz olduğunuzu fark ediyorsunuz. “Şiir bitti” diyor bir şiir, dudak ısırıyorsunuz korkuyla. Ama adı neydi o şiirin, adı?

Geçen pazar, bu sayfa boştu.

Çocuk denilecek yaştan yoldaşım, kaybedene kadar can arkadaşım Ahmet’in 24’üncü ölüm yıldönümüydü geçen hafta.  İstemiştim ki, farklı mecralarda defaatle yaptığım türden, beylik siyasal laflara, müziğini kurcalamaya falan boşverip, sayısız komik kardeşlik hatıralarımızdan birkaçını sizinle paylaşayım. O niyetle yazmıştım. Abuzer’e gidelim, Tepebaşı’na, “Oportünist Üç Dünya”ya, kırık yayı batan divanlara, sırılsıklam duvarlara, bağlama akordu sabotajlarına, illegale, hastane koğuşuna, ama hep neşeye, hep kavgaya gidelim istemiştim. Gülten gelsin, Melis gelsin, Yusuf zaten oradadır…

Feyza Perinçek ile yürekler güp güp, Cemal Süreya ile Ahmet Kaya’yı “garantör”lüğümüzde buluşturmamızın halen gülümseten hikâyesini anlatacaktım mesela. “2000’e Doğru” dergisinin, boynuna Yalçın Küçük nazireli kırmızı kaşkol dolanmış, deri ceketli Ahmet Kaya fotoğraflı, 15 Ocak 1989 tarihli “Ben Buyum İşte!” meşhur kapağını ve fantastik sonrasını…

Tam bir yıl sonra Cemal Süreya’nın üstünü bırakışı, hepi topu kaç yıl sonra, Ahmet’in kapıyı çekip çıkışı hiç olmamış gibi... 

Ama en çok da, buluşulan mekânın, Olimpiyat birahanesinin ciddî boksör garsonlarının kahkahalar attığımız anı / hikâyelerini ve dahil oluşumuzu derleyecektim…

Yani, hep sevinçle, hep gülüşle örülsün istemiştim, bu anma. Yabancılaştım bir anda. Bitiremedim. “Ne faydası var” denilmiş gibi.

Rexx Sineması’na harami kuşatmasını, Fatma Yenge’min sütunlara sığmazlığı üzerinden yarmak istediğim yazıyı “yenidoğan katilleri”nin yarıda kesmesi gibi somut bir olayla da değil üstelik. Bu ülkenin bütün somutluğuna gün, saat, dakika, saniye kötülük yağdıran, iç karartan atmosfer, insanlığımızı öyle kemiriyor ki, en temel özelliklerimizden, bahara çalan yanımızdan çekinir oluyoruz bazen.

“Aldılar çocukluğumu habersiz…”e, tıknaz boksörün “abi, Romen bi aparkatta beni çocukluğuma götürdü ekmek çarpsın”ını eklemek içimden gelmediğinde, yadırgadığımda kesildi yazı.

Derken fark ettim ki, bu da bir teslimiyet. O zaman, “ikinci el, az kullanılmış, yeni gibi hayaller”in işportaya düşmemesini sağlayan direnme gücünün, küçük sevinçler arayıp bulmakla olan derin bağını düşündüm. Şiddet, ölüm, para hırsı, çıkar güdüsü, boşluğa yakarışla tanımlanır olmuş bir toplum yaratan sermaye iktidarını bir iyi insan yenerdi, bir korkusuz cümle, bir içten dost sıcaklığı, gülümsetebildiğimiz bir çocuk, yenerdi bu düzeni de artardı bile…

Yeter ki, bir kucak açılmış, hepsini bir araya getirmiş, bir tuvale aktarıyor olsun.  

Dünya avuçlarımızdan kaçıverdiyse, tekrar yakalamaya boşverip, küçük mutluluklarla yetinelim demiyordu, ”yeniden” doğrulmanın formülünü veriyordu “Küçük Sevinçler Bulmalıyım”. Şey gibi: “birikip yeniden sıçramak için / elde var hüzün”…

O kapkaranlık tabloyu, yola iç sıkıntısıyla, kahrederek, lanetlerle, ilenmelerle devam edelim diye çizmiyordu ki Nihat Behram. Şiirin bittiği bir dünyaya isyana çağırıyordu. Değil mi?

“isyan edin! / isyan edin! / isyan edin!” Ünlemleri ben koydum!

Adı neydi bu şiirin?

Ahmet’le gülünç anılarımıza yabancılaştım ben yazarken. “İhtiyaç fazlası” sandım. Sonra iki şiir getirdi beni kendime. Ben de o şiirleri okumaktan geldim. Yakup gibi, kimse çağırmasa da…

Küçük sevinçlerin büyük işlevini hatırlatmaya geldim kendime. 

Hem nasıl bitiriyordu Enver Gökçe "yıllardır kan içinde, sargı içinde / unuttunuz mu / sevmesini şakalaşmasını?" dediği şiirini? "bir mermi de benden aslanım" mı?